Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Türkçe September Clues

Türkçe September Clues yayında sevgili kaynatasızlar.



Simon'ın bir sözü var bu belgeselle ilgili ki bence konuyu kesinlikle özetliyor: "Bu araştırmadaki gerçekleri görmezden gelmek, planı hazırlayanlar dışında kimseye bir şey kazandırmayacaktır."

Evet Simon, haklısın, hep haklıydın.

Ben 11 Eylül'le ilgili o aylar süren 2 yazıyı yazmadan önce Simon'ın bulduklarına zıt olarak neler ileri sürmüşler, antitezler nelerdir, onları da merak ettim ve taradım. Bunun sonucunda yaptıkları şeyin ya onca ispata rağmen bütün konuyu "ulan koca Amerika böyle hata mı yapar?" diye embesilce çizip atmak ya içerisindeki birkaç tartışmalı tespitten yola çıkarak bütün çalışmayı karalamak ya da Simon’ın kişiliğine saldırmak olduğunu gördüm. O yazdığım 2 yazı ise benim için bir nevi sosyal deney gibiydi. Simon’la aynı tepkileri alıp almayacağımı merak ediyordum. Ve evet, sonuç aynıydı zira insanoğlu basittir, dünyanın neresinde olursan ol öküz insan yine öküz insandır.

Sana söylüyorum kaynatasız; sağcı solcu, müslüman ateist, şeriatçı laik, her kim olursan ol, bu belgeseli önyargısız seyret, sadece 1,5 saatini ayıracaksın, nelere harcamıyorsun ki 1,5 saatini? Ben şahsen, bu belgeselde anlatılan neredeyse tüm tespitlerin sağlamasını orijinal TV arşivlerinden de yaptım, bir kısmını da yazılarımda açıkladım. Simon Shack adındaki bir İtalyan, olayın dışında olmasına rağmen neredeyse her şeyi çözmüş durumda. Ve Alex Jones gibi kimi ünlü gazeteciler, Simon'ın keşfettiği bu "aksi ispat edilemez" gerçekleri görmezden gelmekte veya içi boş argümanlarla reddetmekteler.

Üzgünüm sevgili dünya, fakat 11 Eylül 2001 tarihinde hepiniz kandırıldınız.

Üzgünüm sevgili dünya, fakat 11 Eylül 2001 tarihli olaylar bahane edilerek ABD, hiç var olmayan kitle imha silahlarının peşinde milyonlarca Iraklı ve Afgan'ın ölümüne yol açtı.

Üzgünüm sevgili dünya, siz içerisinde cebelleştiğiniz küçük egonuzun derdindeyken, birileri hızla yol alıyor.

Bu belgeselin çevirisine yardım etmek isteyen yüzlerce kişiden mail aldım, birçoğuna cevap veremedim kusuruma bakmayın kaynatasızlar, hepsine yetişmek için baya baya sekreter tutmam lazımdı mına koyim. Herkesin çorbada tuzu olsun diye 50-100 cümle arası pay ettim, sonra İngilizce’si iyi bir kaynatasızla tümünü gözden geçirdik çevirinin. 30’dan fazla kişinin payı var bu çeviride. Çok sembolik bir iş, kimsenin 50 cümle çevirmekle kolu yorulmadı, fakat yine de güzeldi. Sağolun kaynatasızlar. 

Sizden ricam, bu belgeseli olabildiğince insana ulaştırın, zira 2-3 tartışmalı tespitiyle bu belgesel olayı komple çözmüş durumda. Milletin sıçtığı bokta hata arayan vasıfsız dangalaklara değil, Simon’ın anlattıklarına kulak verin.

Herkese sevgiler, mocok.


22 Nisan 2012 Pazar

Narkoz

Narkozsuz ameliyat nedir bilir misin sen?

Ben biliyorum. Her gün geçiriyorum.

Her sabah o yatakta uyandığımda narkozsuz operasyon geçiriyorum. Bıçaklar, neşterler, göğsümden içeri giriyor ve ben hepsini izliyorum. Sadece canımın yanması hissini değil, buna şahit olup karşı koyamama çaresizliğini ve gurursuzluğunu da hissediyorum. Hem de her sabah, her gün, canlı canlı.

Bir insana "yere sakız atma" dersen o herif 2-3 gün sonra yine ağzındaki sakızı yere atar. Fakat o sakızı bir güvercin yavrusunun yemeye çalışacağını ve eğer kursağına götürürse o güvercinin boğularak öleceğini söylersen o adama, bir daha götünü sikseler yere sakız atamaz.

Ben size şu an sadece "yere sakız atma" demekle yetinebiliyorum. Sebebini anlatamıyorum, zira kendim de anlayabilmiş değilim. Tek bildiğim şey o acı. Tek hissettiğim şey de o acı. Ve buna ek olarak bildiğim tek şey bu dünyanın bir sabır yeri olduğu.

Söz konusu bir başkası olunca Sigmund Freud kesilen dallamalara "ben Allah korkusu yüzünden kendimi öldüremiyorum" diyecek olursan, onların sana koyacağı teşhis "ölmek istemediğinden beyninde bir Tanrı yaratıyorsun" olur. Sana bu teşhisi koyanlardan isteyeceğin tek şey şu olsun, eğer sahiden hayata karışıp gören biri olmak yerine oturduğu yerden ahkâm kesen bir dangalak olmayı seçmediyse, sana dürüstçe cevap verebilir bir ihtimal: Sağ eline kör bir testere al, o testereyle sol kolunu tamamen doğra, sonra o testereyi bir arkadaşına ver, o da sağ kolunu koparırcasına kessin. Daha sonra rica et, o kesik yerlerin üzerine birer paket Billur tuz döksünler, iyotsuz olsun ama, tercih sebebi amına koyayım. Ve o haldeyken kafasına bir silah dayayıp "şimdi ölmek mi istiyorsun, bu şekilde yaşamak mı?" diye sorsunlar. Eğer bu soruya o anda "yaşamak istiyorum" diye cevap verebilirse, işte o zaman onu adam yerine koyar da lafını dinleme zahmetine girerim. Eğer değilse, siktir et onu gitsin.

Ve adın kadar emin ol, etrafındaki hiçbir kimse o halde yaşayamaz.

Zira etrafındaki herkes o acıyı yaşamadan sana teşhis koymak için bilenen Freud'çuklardan ibaret.

Allah bile cehennemindekiler için "onlar ölmeyi isteyecekler fakat ölmeyecekler" diyor. Allah bu olum, realistlikte son nokta.

İşte ben bunu göze alamadığımdan ölemiyorum. Bir de bana sayısız lütuf vermiş, yer yer torpil geçmiş bir Allah'a saygısızlık yapmak istemediğimden...

Neyse, beni geç hadi. Peki bu amına koduğumun insanları nasıl katlanabiliyorlar buna?

Nasıl her gün rol yapıyorlar, nasıl her karşılarına çıkan yeni bir insan için "ben bunu nasıl sikerim / bundan nasıl faydalanırım?" sorusunu kendine sorup ondan sonra muhabbete başlayabildikleri halde dünyanın en masum insanıymış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar?

Nasıl kaldırabiliyorlar bunu?

Nasıl yedirebiliyorlar kendilerine?

Ya ağır bir narkoz halindeler, hem de çok ağır, ve bu tatlı geliyor.

Ya da sabredebiliyorlar. Bütün bunları görüp ve butun bunları yaşayarak kendi başına hayata devam etmeyi isteyecek bir "irade" yok bu yeryüzünde. Bu yalnızca ama yalnızca Allah'ın dilemesi.

Bu yazı kendini bir süre sonra imha edecek, o da toplu intihara sebebiyet vermek istemediğimden ötürü, başka bir şey değil. Hadi eyvallah.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Yalnızlık

Bayramda akraba ziyareti, bir çocuk için pek de zevkli bir aktivite değildir.

Fakat o ilk bayram koyar.

Normalde görmen gereken insanları görmenin gerekmediği, sadece telefonundaki herkese toplu bir şekilde gönderilmiş olduğu sonundaki ad soyaddan belli olan iğrenç bayram mesajları dışında, bayram olduğunu anlamadığın o ilk bayram günü koyar. Akraba ziyareti denilen şey yine sıkıcıdır ama sanki bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır artık o senin için, eh sen de yapmazsın artık.

Biryerden sonra tercih meselesi olur bu.

Evde geçirilen yılbaşına dönüşür, cuma gecesi çıkmak falan çoktan silinmiştir hayatından. O günün doğumgünün olduğunu sana bir başkası hatırlatır, öyle bir adama dönüşürsün.

Önceden gittiğin mekânların önünden tiksintiyle geçersin. Bir şeyler yaşadığın bir insanla takıldığın biryerse orası, o biraz sızlatır içini sadece, o da özlediğinden değil, anıların güzelliğindendir.

Önceden en sevdiğin yemek olan yemeği yerken aklından "bitse de sigaramı yaksam" geçer.

Susarsın, mutfaktan su almak için çişinin gelmesini beklersin, ikisini de aynı anda aradan çıkarayım diye.

Telefon çalar, açmazsın.

Kapı çalar, onu da açmazsın, yatakta mayışmışsındır. Sonra apartman seslerini dinlersin, "hay amına koyayım asansörle yukarı çıkıyolar, sike sike açacaz bu sefer kapıyı" diye iç geçirirsin. Sonra başkasının zilinin çalındığı duyunca sevinirsin "iyi lan bana değilmiş" diye.

Bazen konuşasın gelir, 40 yıldır konuşmadığın veya hiç tanımadığın birine anlatırsın belki "o tepki"yi alırsın diye, alamazsın. Cezve nedir bilir misin sen?

Sigara almaya inmek de zor gelir, sırf motorcu çocuk gelirken sigara alsın diye yemek sipariş edersin.

Odanın ampulü mü patladı? Siktir et balkonun ışığıyla idare edersin, o da patlayınca ikisini birden değiştirirsin artık.

Bazen bir şans verirsin, zorlarsın. Ama yok be oğlum, baksana adam "proje, aktivite, kariyer" diye konuşuyor. Bitmiş o, Saylon galaksisinden biri o senin için, zorlama. Senin o bahar sıcağında çift katlayıp taktığın atkına sıçayım, hıyar herif.

Kahve veya bira içilen, salata yenilen mekânlar senin için artık cehennemdir, katlanamazsın. Bak şu kafasındaki mor şapkası ve elindeki IPad'iyle etrafa poz veren Ayşe'ye sen, sanki 2 saat önce evde amını karıştırmıyormuş da İngiliz Kraliyet Ailesi'nden Sophie'ymiş gibi nasıl da rol kesiyor.

Suçlama ama onu, hakkın yok. Sen de rol yaptın öyle yıllarca. Şu an 35 yıllık mapusundan yeni çıkmış ve 1 saatliğine gözaltına alınmayı bile kaldıramayan Eşkiya Şener Şen'sin sen, o daha bitirim Uğur Yücel, yolu var onun.

Facebook mu? O eğlendiğini ve süper biri olduğunu belirtme çabasındaki iğrenç tiyatrocuları görmemek için çoktan kapatmışsındır.

Seni görmek isteyenler bile evine gelir anca. Bir kız arkadaşın, muhabbet kuşunu bu kadar içten sevişini görünce kıskanır, hayıflanır. Eh, en masum kadın odur hayatındaki. Kadın da değil lan, tek başına kafeste kızcağız yazık. Bi ara koca almak lazım buna. Dışarda öten kuşlara vik vik diye cevap vermeye çalıştığını görünce de salasın gelir, fakat salsan 2 saate öleceğini bilirsin. Onu da yapamazsın.

Eğilip ayakkabı bağcıklarını bağlamak bile zor gelir, ayakkabı çekeceğiyle zorla giyersin o sımsıkı bağlı ayakkabıyı.

Bir gün yolda bir simitçi düşer bayılır önünde, nöbet geçiriyordur. Ağızdan köpükler, kaskatı kasılmalar, etrafa dağılan simitler falan. Rol yapmıyordur, zira aşinasındır "nöbet" denilen olaya ve aynısıdır o gördüğün. Zaten o kadar iyi rol yapıyorsa, yarın öbür gün Zeki Demirkubuz keşfeder o adamı anasını satayım. Neyse, kendine gelir o adam yavaştan. Herkes bağıra çağıra "soğan getirin, kolonya getirin" diye sikindirik tavsiyeler verirken sen bir şeyler söylemeye çalışan simitçiyi dinlemek için eğilirsin, "ilacım" der. "Nerede" diye sorarsın, hani cebindeyse vereyim ağzına diye, kısık sesle "bitti" der. Ayağa kaldırırsın, biryere oturtursun, "ne kadar senin ilaç" diye sorarsın, o da yine kısık sesle ve utançla "80 lira" der. Senin cebinde de 2 tane kağıt para vardır, tekini sıkıştırırsın cebine ve birkaç dakika daha beklersin orada, acaba demin Akut ilkyardım ekibi kesilen "soğan, kolonya, zart zurt" diye gürleyen tayfa bir şey yapacak mı diye. 2 lira bile vermezler. Sen o sırada öbür parayı da mı versem diye kendini yersin, ama yol parandır o da senin. Sen yol paranı veremeyişine cesaret edemediğinden kendini yiye yiye oradan uzaklaşırsın, arada da dönüp arkana bakarsın başkaları da 2-3 kuruş sıkıştıracak mı adamın cebine diye. Yapmazlar.

Kıyamazlar.

Dolmuşta bile yalnız kalmak için en öne oturursun boşsa, ama dua et şöförün muhabbeti leş olmasın. Gidene kadar onun "bak ibneye bak sinyal vermedi, abi bu hayatta her şeyi görürsen delirirsin" isyanlarına zoraki tebessüm et sonra.

Eve girersin, buz gibidir, bomboştur. Açık unuttuğun ışıkları söndürürsün önce, genelde en az iki tanedir.

Sabah olur, erken uyandıysan ve uykun da hiç kalmamışsa, yine de zorla uyutmaya çalışırsın kendini. O amına koduğumun rüyalarını saymazsan bi tek uykudayken rahattır kafan. O rüyaların da anasını sikeyim zaten, eskiden yüksek biryerden düşünce ya uyanırdın ya da rüyan biterdi. Bu sefer gövdesinden kopan kafalar, kanlar, dağılan bağırsaklar görürsün. Gel de devam et güne.

Leş gibisindir, duşa girmemek için dünyanın en gereksiz işleriyle oyalanırsın.

Telefona rastgele bir numara yazarsın, sonu tek sayıyla biterse duşa gireceksindir, çift sayıyla biterse bi 10 dakika erteleme hakkın olacaktır. Tek gelir amına koyim, ama bu sayılmaz, çift gelene kadar bi daha denersin.

Öğlen 5'te haftalardır değiştirmediğin telefon alarmı çalar, artık neye yetişip uyanmak için öğlen 5'e kurduysan alarmı? İnsan dediğinin alarmı sabah 8'e kurulu olur.

Fakat neyi öğrendim biliyor musun kaynatasız? Öyle yılmayacaksın, doğru söyleyeni 9 köyden kovarlar vik vik diye hayıflanmayacaksın bu hayatta, gidip 10.sunu sen kuracaksın.

Onu da şuradan öğrendim.

Bu hayatta her şeyi tek başıma yaptım ben, resim ödevlerim hariç, küçükken bir tek onu babama yaptırırdım angarya geliyor diye. Boktan bir lisede okumuş olduğum için ders saati dolsun diye son seneye bile resim dersi koymuşlardı. Normalde babam yapardı ya resim ödevlerimi, beni resim çizerken görünce "bak ya nelerle uğraştırıyorlar çocukları" dedi, hani sınava hazırlanmam gerekiyor ya, onu demek istiyor. "Çekil çekil" dedi, aldı kalemi sağ eline, ama sağ kolu tutmuyordu. Tümör sol tarafta olunca vücudun sağ tarafı çalışmaz moruk. Sağ eline yerleştirdi kalemi, sol eliyle sağ kolunu tutup hareket ettirerek çizmeye çalıştı. Baktı öyle olmuyo, sol elle çizmeye çalıştı. Çizdi de. İlkokuldayken kendim yapardım resimlerimi, fena da çizmezdim hani, öğretmen resmimi panoya asınca sevinirdim. Eh tabi o zaman lise sondasın, "hoca resmimi seçti ehoeho" diye bir durum yok, olsa da nedir yani, ama o gün çaktırmadan herkesin resmiyle kıyasladım babamın resmini. En kralı onunkiydi. Eski karikatüristti lan, boru mu?

O resmi çizdi, hiçbir şeye aldırış etmeden, şikâyetçi olmadan, zorlana zorlana çizdi. Zira o, onun yapması gerekeniydi onun için, normalde o yapardı, yine yapmalıydı.

Bu hayat bir mücadele ve sabır yeri kaynatasız.

Fakat o mücadelen başkalarıyla olmasın, onların değer yargıları da, amaçları da, hayalleri de bambaşka.

Gelecekte 3-5 sene adam yerine konulabilme ihtimali uğruna bütün bir ömür göt yalamayı, eyvallah çekmeyi kabul etmiş onlar.

Ve mazeretleri de "ne yapacaksın, neyi değiştirebilirsin" gibi saçmalıklardır onların. "Ne yapsak, nereye gitsek" diye mal mal dolanan ve birisinden bir teklif gelmeseni bekleyen kararsız arkadaş grubu gibidirler onlar.

Dünyayı değiştirmeyeceksin, değiştirebildiğini değiştireceksin. Gücünün sınırlarını bileceksin.

Doğum günümü unuttum evet, kendim için bir şey yapasım yok bu aralar. Fakat bu amına koduğumun blog'u sanırım bugünlerde 1 yaşına girdi veya girecek, onu unutmadım bak.

Burada yazmış olduğum her bir satır, her bir cümle, her bir kelime; sahip olup da kaybetmenin ne demek olduğunu bilenlere, sahip olamadığından bok atmak yerine sahip olabileceği halde reddedebilme büyüklüğünü gösterebilenlere, yalnızlara, sesi çıkmayanlara ve O'ndan sabır dileyenlere adanmıştır.

Hem de her bir kelimesi.

Selametle.

10 Nisan 2012 Salı

İsmail mutfAKTA biri mi var?

Selam kaynatasızlar.

Durum ciddi.

Hacettepe Üniversitesi'nden, Sakarya Üniversitesi'nden, Doğa Kolejleri'nden ve saysam bitiremeyeceğim kadar okuldan mail ve tweet'ler alıyorum. Bu okullarda Rotary ve bazı gönüllü (!) kuruluşlar, ACTA yasasını öven seminerler veriyorlar haftalardır. Ve vermeye de devam ediyorlar. Sizlerden ricam, eğer okulunuzda "güvenli internet" adı altında ACTA'yı dayatan bir seminer veya söyleşi yapılıyorsa, muhakkak buna katılmanızdır. Konuşmacılar laflarını bitirdikten sonra "sorusu olan var mı" diye sorup sizden sorular bekleyeceklerdir. İşte bu noktada siz kaynatasızlar devreye giriyorsunuz. Aşağıdaki yazının çıktısını alın veya telefonunuzda sık kullanılanlara ekleyin. Ardından gayet sakin bir tavırla söz isteyerek bunları okuyun. ACTA'nın ne olduğunu bilmeyenler de bu yazıyı okuyarak konudan haberdar olacaklardır. Buyrun;

"Merhaba, öncelikle okulumuza geldiğiniz ve bizleri bilinçlendirdiğiniz için sizlere çok teşekkür ederim. Gerçekten çok güzel bir iş yapıyorsunuz. Zira ben de internet'in kötüye kullanımı konusunda oldukça rahatsızım ve bu seminere katılmadan önce de bazı araştırmalarda bulundum. Sizden ve buradaki tüm arkadaşlarımdan sadece 2 dakikalarını ayırıp beni can kulağıyla dinlemelerini isteyeceğim, çünkü hiçbirimiz; ufak kardeşlerimizin abuk subuk internet sitelerine girmelerini ve fikirlerimizin çalınmasını istemeyiz. Sadece 2 dakikanızı istiyorum sizden.

Burada sizlere Adolf Hitler'i, tüm dünyaya tek başına meydan okumuş cesur bir kahraman olarak tanıtabilirim, tabi ölümüne yol açtığı milyonlarca masum insanı saymazsak.

Burada sizlere Veli Göçer'i, binlerce aileye ev yapmış bir hizmet gönüllüsü olarak da anlatabilirim, tabi eksik ve ucuz malzemelerle yaptığı evlerde oturduğu için 17 Ağustos'ta hayatını kaybeden onbinlerce insanı saymazsak.

Burada sizlere atom bombasının ne kadar mucizevi bir enerji kaynağı olduğunu da anlatabilirim, tabi adeta deney hayvanı gibi kullanılarak öldürülen yüzbinlerce Hiroshima ve Nagasaki vatandaşını, ve hala orada sakat doğan bebekleri saymazsak.

Gelelim konumuza, ben burada sizlere "güvenli internet" adı altında ACTA yasasını da övebilirim. Tıpkı sizin yapmakta olduğunuz gibi. İyi de nedir bu ACTA veya benzeri yasalar? Açıklayayım;

ACTA, yasal olarak her internet kullanıcısının ne yaptığını anbean gözetleyebilme hakkı verir.

ACTA, "telif hakları" adı altında internet'teki dosya paylaşımını bir suç olarak görür ve engeller.

ACTA, kendi Facebook sayfasında bir şarkı, film veya kitap alıntısı paylaşan bir insanı, yine bu "telif hakları" adı altında hapse attırabilir.

ACTA, her internet kullanıcısına potansiyel bir suçlu gözüyle bakar.

ACTA, yasal olarak sizi fişleyebilme hakkı verir.

Ve ACTA sadece internet'i de kapsamaz. Açılımı "anti-counterfeiting trade agreement" olan bu yasa, ülkedeki tohum üretimini de telif hakları adı altında kendi tekeline alır. Yani bir çiftçi kendi tohumuyla ve sürekli olarak ekim yapamaz, gidip ithal ve tek kullanımlık tohumları almak zorundadır.

ACTA, milyonlarca insanın muhtaç olduğu ilaç ve hapların ülkeye girişini kendi elinde tutar ve istediği an engelleyebilir.

ACTA, şu ana kadar internet'e getirilmiş herhangi bir sansürle kıyaslanamayacak derecede ağır ve insan haklarına aykırı bir yasadır.

Bu yukarıda saydıklarımı zaten illegal olarak veya çeşitli kılıflar uydurarak yapabiliyorlardı. Cep telefonlarımızdan, internet'teki IP adreslerimizden zaten gözetlenebiliriz. Aynı şekilde çiftçilerimiz çoktan bu tek kullanımlık ve kanserojen GDO'lu tohumları almaya mahkum bırakılmış durumdalar.

Fakat artık bunu "yasal" olarak ve daha rahat yapmak istiyorlar.

"Güvenli internet, fikir hırsızlığına hayır, çocuklarımız kumar ve porno sitelerine girmesin, gençlerimiz kötü etkilenmesin...". Kulağa ne kadar da masum geliyor değil mi?

Fakat bu maskeleri dinleyecek olursak Birleşmiş Milletler ve Nato yıllardır Ortadoğu ve Libya'ya "sevgi, barış, demokrasi, kardeşlik" adı altında bombalar yağdırıyor. Olmadı, iç isyanlarla buradaki insanları birbirlerine vurdurtuyor.

ACTA göründüğü gibi masum bir yasa tasarısı değildir. Bütün AB ülkelerindeki insanlar bu yasanın imzalanmaması veya imzanın geri çeilmesi için yürüyüşler yapmaktalar, hem de her Avrupa ülkesinden yüzbinlerce insan... Tabi bu haberleri televizyonlarda göremezsiniz. Bulgaristan, Polonya ve Almanya gibi Avrupa Birliği ülkeleri, halkın yoğun protestosundan çekinip ACTA'ya olan desteklerini geri çektiler.

ACTA'yı ilk imzalayan ülkelerden biri de Amerika'ydı. Peki Amerikan halkı ne mi yaptı? Amerikan halkı her zamanki gibi uyudu ve uyumaya da devam ediyor.

Fakat ben, kendi ülkem ve özgürlüğüm adına, yasal yollarla her an denetlenmeyi, fişlenmeyi ve kendime ait Facebook, Twitter profillerimde bir şarkı paylaşırken "ya başıma bir şey gelirse?" tereddütüne düşmeyi reddediyorum.

Medya, sizi sevmeniz gereken insanlardan nefret ettirebilir, nefret etmeniz gereken insanları da size sevdirebilir. Zira dünyadaki 1500 gazete, 1100 dergi, 9000 radyo istasyonu, 1500 televizyon istasyonu ve 2400 yayınevi sadece 3 kuruluşa aittir. Bu verdiğim rakamlar resmi ve doğrudur. Neredeyse bütün medya, tek merkezden kontrol edilir.

Şimdi aynı monarşiyi ve hükümdarlığı internet üzerinde de sağlamak istiyorlar.

Ve yine ben, "fikir ve telif haklarına saygı" adı altında sadece belirli kuruluşların yayınladığı yazıları okumaya mecbur kalan, tek tip düşünen, tek tip yaşayan "özgür köle" sürüsüne katılmayı da reddediyorum.

Burada ACTA'yı bu genç insanlara öven sizleri suçlamıyorum, sizler belki de iyi bir şey yaptığınızı zannediyorsunuz. Fakat ACTA'nın gerçekte ne olduğunu öğrenmek için lütfen internet'e bir göz atın. Evet evet, internet'e... Zira en azından şimdilik özgürüz o internet'te. Ve "insan hakları, duyarlılık" gibi kılıflarla bizlere yedirilmeye çalışılan ACTA, AB parlamentosunda bile "düşünce özgürlüğüne karşı" olduğu gerekçesiyle tartışılıyor bugünlerde. Kaçınızın bundan haberi var?

Ha bu arada, Twitter'da içerisinde "ACTA" sözcüğü geçen hiçbir tweet, trend olamıyor. Trend olamıyor, zira insanların ACTA'nın gerçekte ne olduğunu bilmemeleri gerekiyor. Twitter bile, ACTA kelimesine karşı sansür uygulamış durumda.

Allah aşkına, siz hangi özgürlükten ve saygıdan bahsediyorsunuz?

Hepinize "güven dolu internet"li günler diliyorum. Teşekkür ederim."

Cesaret edip bunları okuyacaksınız o seminerlerde, sadece bir rica.

Not: Twitter'da yüzlerce -şu an binlerce- tweet'i atılmasına rağmen trend olamadı.

Zira şöyle bir durum var:



Twitter o hashtag'leri otomatik olarak koymuyor; seçiyor, eliyor ve ayıklıyor.

Öküz bir tüketim toplumu bireyi olman için elinden geleni yapan ve en ufak detayı bile ihmal etmeyen insanlar var bu dünyada.

Gerçek.

Bulgaristan, Almanya, Polonya gibi ülkelerde halk sokaklara dökülünce, hükümet ACTA'dan desteğini geri çekmek zorunda kaldı. Bireylerin gücü önemlidir, asla gücünü küçümseme. Zira karşında para, statü, iş, maddiyat kaybetme korkusu taşıyan zavallılar var. Ve şundan emin ol ki kaynatasız, er ya da geç onlar kaybedecekler.

Bu da gerçek.

Hak eden herkese sevgilerimle.