Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

29 Aralık 2013 Pazar

1984

Merhaba kaynatasızlar, okuyun.

George Orwell’ın 1984 romanını bilirsiniz, ismi 1984 olan bu roman 1947-48 yıllarında Orwell tarafından yazılmış ve hem bugünü, hem geleceği anlatmıştır, 65 yıl öncesinden yani. Nişantaşı’nda bir dilim limonlu keke 20 lira ödeyebildiğini insanlara duyurma gayretinde olan ve bu ispat çabasını siktiğim at ağızlı Selinsu’nun “abi çok iyi yaa” yorumu yaptığı bu kitap, aslında üzerinde çok ama çok fazla “düşünülmesi” gereken bir kitaptır.

Orwell’ın kendisi eski bir komünisttir, ardından da bir süre öyle görünmeye çalışmıştır. Okumayanlar için çok kısa bir özet geçeyim,  1984’te (kitapta yani) karanlık bir gelecek anlatılır ve insanları gözetleyen kameralardan tut, sürekli birbirine benzeyen aptal şarkıların belirli bir grup tarafından yazılıp popüler edilmesine, insanların konuşma dilindeki kelime sayısının sürekli azaltılmasına ve insanların daha hangi başka yollarla uyutulup kandırıldığına dair bir çok detay bilgiyi içinde barındırır. Zaten Selinsu’yu şaşırtan da tüm bunların daha o yıllarda tahmin edilmesidir. 1984 romanında komünist bir dünya vardır ve bu komünist dünya 3 büyük devlete bölünmüştür. Şu an nasıl ki 200’ün üzerinde ülke varsa dünyada, Orwell’ın romanında da dünya üzerinde 3 ülke vardır. Bu ülkeler Amerika kıtasını sembolize eden  Okyanusya, Avrupa ve Asya’nın bir kısmını sembolize eden Avrasya ve Uzakdoğu’yu sembolize eden Doğuasya'dır.

Orwell’ın bu dünyası, “tek dünya devleti”ne geçiş sürecinde olan bir dünyayı anlatır, yani komünistten ziyade "sosyalist" dünyayı anlatır desek daha doğru olur bu açıdan. Şimdi kitaptan çık, gerçek tarihe gel: 1973 yılında David Rockefeller ve Brzezinski “Trilateral Komisyon”u kurar. Rockefeller ailesi şu an “dünya baronu” denilen ailelerden biri olup, dünyadaki petrol ve bankacılık pazarına önemli ölçüde sahip olan pagan inançlı bir ailedir: Brzezinski ise yıllardır bu güruhun akıl hocalığını yapan adamlardan birisidir, öyle ki en son Arap Baharı’nın tasarımcılarından birisi de Brzezinski’dir.

Trilateral Komisyon, tek dünya devleti uğruna çalışan dünya baronlarının kurduğu onlarca alt teşkilattan birisidir. İsmindeki “Tri”den de anlayacağınız üzere bu yapılanma “üç” ayaklıdır. Trilateral Komisyon; New York Borsası, Londra Borsası ve Tokyo Borsası’dır. Dünya baronları dünyayı üç ana pazara ayırır: Amerika, Avrupa (+ uzantısı olan bir kısım Asya) ve Uzakdoğu.

1973'te kurulan Trilateral Komisyon ile 1948'te yazılan 1984 kitabı aynı sınırları çizmiş ve aynı oluşumdan bahsetmiştir.

Zira Orwell kitabında bize semboller vasıtasıyla gelecekteki planı anlatır. Dünya yıllar öncesinden üç pazara bölünmüştür, tıpkı Orwell’ın sınırlarını eliyle göstererek böldüğü gibi. Dünya insanlarını kontrol altında tutma planı bir grup tarafından tasarlanmıştır, tıpkı Orwell’ın anlattığı gibi. Dünya insanlarının %85’i sefil, %14,999’u orta halli, geri kalan çok ufak azınlığı müthiş servet sahibi olacaktır, tıpkı Orwell’ın yazdığı gibi. Ve en kötüsü, bu gerizekalı %99,999 mutlu olduğuna inanacaktır. Tıpkı Orwell’ın bizi uyardığı gibi.

Yeni Dünya Düzeni diye duyurulan tek dünya devleti ne kapitalist olacak, ne de Marx’ın anlattığı şekilde komünist, zira ikisi de yetersiz. Tek dünya devleti kapitalizm ve komünizmin kırması olacak ve bu karışım daha çok komünizm ağırlıklı olacak. Orwell, bilgi sahibi içeriden bir ajan olarak (entel deyimiyle "insider") insanları uyarmaya çalışmıştır.

Orwell komünist olarak bilinir fakat bir komünistin 1984 gibi bir kitap yazması takdir edersiniz ki imkansızdır. George Orwell bir yere kadar belki de samimi bir komünistti, fakat o da bir “insan”dı ve dönen dolabı fark etti. Çürük çarık devam eden kapitalizmin panzehri diye sunulan komünizmin nasıl bir yanlış ve önceden tasarlanmış bir plan olduğunu anlattı. Komünizme bir geçiş aşaması olan sosyalizmin hem dayatmacılığını, hem de bir proje oluşunu sana anlattı.

James Bond’un yaratıcısı Ian Fleming, Eyes Wide Shut’ı çeken Kubrick, 1984’ü yazan George Orwell, hepsi bu işin içinde yer sahibi olup, dönen dolabı fark eden ve insanları basın/medya yoluyla uyarmaya çalışan insanlardı. Seslerini duyurdular zira bir seçim hakkın ve kendi kapasitende etki yaratma hakkın daima vardır bu hayatta.

Karşısında saygı duruşuna geçeceğin trilyonerler var ya, onlar tuvalette götünü silerken göt kılları arasına yapışan o tuvalet kağıdı parçasını eliyle koparan adamlar olum.  Ufacık bir iç hesaplaşmada makamından olan bakanlar, kodese giren euro milyarderi işadamları varken, sen görmüyor musun kimsenin bu dünyada mutlak hakim olamayacağını? Bu plan sahipleri de mutlak hakim değil.

Bir şeyleri değiştirme şansın ve seçim yapabilme hakkın daima var.

Allah’tan başka kimse mutlak hakim değil bu dünyada. Allah’a inanmıyorsan da şunu unutma, hiçbir yaratık bu hayatın mutlak hakimi olamaz.

Bu arada birtakım notlarım olacak, isteyen kurcalasın:

Brzezinski’nin “Between Two Ages” adlı kitabından kesitler:



Kapitalist zannedilen Brzezinski şunları söyler bu kitapta: “Marxism çağdaş anlayışa en uygun öngörüdür” ve bununla da yetinmez, komünizmi sık sık over.





"Gelişmiş milletler hedefi, tek dünya hükümeti hedefinden daha az tutkulu olsa da daha ulaşılabilirdir." Özetle; burada nihai hedefinin tek dünya hükümeti olduğunu, fakat pratikte bunun zor olduğunu söylüyor. Plan da bunun aşama aşama olacağı doğrultusunda zaten.


"Batı Avrupa, Japonlar ve Amerika'nın ortak bir hedefle bir araya gelmesi, küresel işbirliği açısından çok isabetli olur" diyor Brzezinski. Kendisi Orwell ile aynı şekilde 3 pazara bölüyor dünyayı ve bunun küreselleşme açısından ne kadar iyi olacağını dayatıyor bu kitabı ders kitabı olarak okullarda okuyan öğrencilerine. Ayrıca "küreselleşme", emperyalizmin yeni ismidir, bu kavramları unutmayın ve ayık olun.

Not 2: David Rockefeller’ın “Memoirs” (hatıralar) kitabından bir kesit:



Hürmetli David Rockefeller hazretleri burada kendisine karşı gelenlere laf sokuyor ve; “Eğer tek dünya devleti için uğraşmak suçsa, evet suçluyum” diyor açık yüreklilikle.

Bu arada bir tüyo vereyim size... Komünist arkadaşlarınıza David Rockefeller'ın pis bir kapitalist olduğunu söylerseniz size hak verip desteklerler, fakat David Rockefeller ile Brzezinski'nin kol kola Trilateral Komisyon'u kurduğunu ve Brzezinski'nin gayet de komünizme sıcak bakan birisi olduğunu söylerseniz size error verirler. Onlar tıpkı Saadet Partili militanlar gibi aynısının tam zıttını destekleyen arkadaşlardır, pek bir fark yok aralarında, yön farkı var sadece. 

Ve en son not:



Ben olayları ve metinleri okumaya çalışan bir adamım, düşünüyorum ve amacım sizi de düşünmeye teşvik etmek. Siz de aynı yeteneklere sahipsiniz ve yanıldığımı düşünüyorsanız bana “yanlışsın ÇÜNKÜ şu yüzden” deyin, bu sayede ben de üzerinde düşüneyim, yanlışsam geri adım atayım, ama laf kalabalığı edeceksen senin kayınbiraderini sikeyim boş beleş orospu evladı.

Bu yazı daha detaylı ve açıklandırılmış şekilde gelecek inşallah, ama vakit bulamıyorum. Ben de hayat mücadelesine karışan bir adamım amına koyim. 2011'de ne güzel peşpeşe yazıyodum di mi ehehe, hayatım o zamanki gibi değil işte amına koyim, ondan olmuyo. Bir ara içimi dökecem kaynatasız. Hadi eyvallah.


24 Ekim 2013 Perşembe

Sikkofield'ın Kitabı Çıkıyormuş Lan

Selam kaynatasızlar.


Kapaktan konunun ne olduğunu az çok aymışsınızdır zaten. Piyon, 2-9 Kasım arası Tüyap'ta, Tüyap'tan sonra da kitapçılarda olacak.

Ben reklam yapmayı pek beceremem, o yüzden kısa bir duyuru yapayım dedim. 1,5 senede yazdım Piyon'u, içerisinde yine çeşitli sikimsonik analizler, bilgiler ve tespitler olacak. Eğer blog'u seviyorsanız, romanı da seveceksiniz, zira takdir edersiniz ki size "Evrene pozitif enerji gönderelimmm :)" temalı sikindirik bir kişisel gelişim kitabı yazacak değilim. Son zamanlarda blog'a az yazmamın sebebi de buydu, arayı kapatacağız inşallah.

Bir de 9 Kasım Cumartesi, saat 18.00'de Tüyap'tayım. Gelirseniz ayaküstü pilavlı sohbet yaparız.

Kaynataya selam ehehe.


13 Ekim 2013 Pazar

Neriman

Kapılar açıldı, ilk durakta metrobüse binen her insan gibi Neriman da hemen boş bir yer kapıp oturma gayesindeydi. Önündeki biraz ağır hareket eden emmiyi, Kevin Garnett'in perdelemesinden sıyrılan Kobe Bryant edasıyla şık bir vücut çalımı atarak geçti. Arkasındaki insanların kendisini sollamasına izin vermemek için dar koridorun tam ortasından yürümeye özen gösteriyordu. Ya ne yürümesi, bildiğin it gibi koşturuyordu Neriman ama bu esnada en çok "Ya biraz yavaş yaa" diye söylenen de o oluyordu. Sonunda boş bir koltuk kestirdi gözüne, oturdu. Devasa boyutlardaki çantasını dizinin üstüne koydu, cebinden kulaklığını çıkarıp kulağına taktı, hoş bir müzik eşliğinde pencereden uzakları seyretti. Az önce ortalığın amına koyan El Kaide militanı kendisi değildi, o şu an dünyanın en asil insanlarından biriydi. Yayıldıkça yayıldı Neriman, bir gün hiç kalkmayacakmış gibi oturdu.

İş dönüşü bu sefer otobüsü tercih etti Neriman. Ön kapıdan girebildi otobüse, fakat arka sıralara doğru ilerleyemedi zira otobüste adım atacak yer yoktu. Kimisi Neriman gibi ön kapıdan girememişti otobüse, mecbur arka kapıdan giren insanlar da vardı. Akbil basma yeri önde olduğu için akbillerini önlerinde kim varsa ona uzattı bu insanlar, "Elden ele dolaştırın da basıverin şunu" diye. O elden ele dolaşan akbil en sonunda Neriman'a uzatıldı, Neriman kendisine uzatılan akbil'e fizibilite raporu gören İhsan Emmi gibi boş boş baktı, elini oynatmaya tenezzül etmedi. Neriman'ın yanındaki adam daha uzakta olmasına rağmen akbil'i sahiplendi, "Ver birader ver" deyip bastı akbil'i. Neriman, bir gün hiç arka kapıdan otobüse binmeyecekmiş gibi kılını kıpırdatmadı.

Neriman neden bu kadar çok toplu taşıma kullanıyordu biliyor musun? Bir gün araba sahibi olabilmek için. Yani elbette bu kadar çalışıp bu kadar sabretmesinin tek sebebi bu değildi, fakat sebeplerinden birisi buydu. Sorun şu ki Neriman, kendi yaptığı işi bile düzgün yapamayan o insanlardan biriydi. Bu nedenle hep başkalarıyla arasını iyi tutmalı, özellikle kendisinden yüksek statülü insanlarla iyi geçinmeliydi. Yoksa kendi başarısıyla hiçbir boka varamayacağını o da içten içe çok iyi biliyordu. Önünde çok fazla seçenek yoktu Neriman'ın: Ya kendisine istediklerini verebilecek bir salakla evlenmeliydi, ya da biriktirmeliydi. İlk seçenek gerçekleşene kadar da biriktirmeyi tercih etti Neriman. Sanki bir gün hiç bitmeyecekmiş gibi biriktirdi.

Neriman, Cahit Berkay'ın müziklerini Turkcell reklamlarında kullanması için "Rezillik yea, yazık..." derdi. Veya Rutkay Aziz'in banka reklamında oynaması için "Ustaya yakışmadı" yorumunda bulunurdu. Zira idealist bir kadındı Neriman. Fakat iki gün önce kendisine "Aptal karı" diyen patronuna hiçbir tepki göstermemişti. Neriman ya kendisinin aptal bir karı olduğunu biliyordu ve bunun kendisine söylenmesini de vakur bir tavırla haklı bulmuştu, ya da para kazanmak zorunda olduğu için bunu sineye çekmişti. Konu başkalarının hayatı olunca idealist kesilen Neriman, iş kendisine gelince ne kadar da materyalist bir dalyarrak oluyordu. Doğrusu Neriman, sanki sıra hiç kendisine gelmeyecekmiş gibi ahkam kesiyordu.

Ofis arkadaşlarıyla nezih bir mekanda fasıla katılacaktı Neriman. Normalde hiç işinin olmayacağı kanun, tambur gibi çalgılar eşliğinde eğlenecekti. Bu, Neriman için nasıl da büyük bir kendini gösterme, "Ben buradayım!" deme fırsatıydı. Özenle süslendi, beline kadar açık bir sırt dekolteli ve derin göğüs dekolteli elbisesiyle etrafa gülücükler saçtı. Bir ofis arkadaşının getirdiği hoş bir çocukla gece boyunca sık sık kesişmişti Neriman, bu sebeple de o geceden sonraki birkaç hafta boyunca Facebook'una bakıp durmuştu "Acaba beni ekler mi?" umuduyla. Neyse, bir gün kısa boylu, bıyıklı bir adam adres sordu Neriman'a. Neriman o sikilesi kaknem suratıyla "Bilmiyorum" cevabını verdi, oysa gayet de biliyordu kendisine sorulan yeri. Madam Curie'ydi sanki bizim götü mantarlı Neriman, bir tebessüm bile etmemişti bu adama. Zira o namuslu bir kadındı, fakat bu kısa kollu gömlek giyen, bıyıklı, güdük adama karşı namusluydu. Bir gün kendisi hiç hor görülmeyecekmiş gibi hor gördü başkalarını Neriman.

Neriman ne tarih bilirdi, ne siyaset. Ne din konuşabilirdin onunla, ne felsefe. Hatta bu konuları es kaza ona açmaya kalksan ya seni idare edip konunun değişmesini beklerdi, ya da seninle alay ederdi. Zira bunlar hiçbir sike derman olmayan meselelerdi. Bunları öğrenmek için harcanmayacak kadar değerli olan vaktinin büyük bir bölümünü, fırsatlarla dolu Avon kataloğuna harcardı Neriman. Hatta dikkat çekmek için arada sırada futbol öğrenmeye bile çalışırdı Neriman. Tuttuğu takımdaki zenci futbolcuların yarrak boylarıyla ilgili iki ucuz espri yapınca nasıl da ilgi toplardı Neriman. Hayat buydu işte. Başka ne olabilirdi ki? Sanki bir gün hiç ölmeyecekmiş gibi yaşardı Neriman.

Derken en sonunda öldü Neriman. Öyle "vefat etti", "aramızdan ayrıldı" falan değil, öldü. En çok çocukları üzüldü bu duruma. Aslında Neriman anneleri olmasa, onun ölümüne hiç üzülmezlerdi, fakat ne de olsa anneleriydi. İster istemez insan kahroluyordu. Cenaze törenine katılan birkaç arkabası ve arkadaşı da üzülmüştü Neriman'ın ölümüne. Onlar da her ne kadar bunu kendilerine bile itiraf edemeseler de, sırf çok görüştükleri ve çok yakın oldukları için üzülmüşlerdi Neriman'ın ölümüne. Sırf duygusallıktan yani. Yoksa Neriman bu hayatta ne yapmıştı ki onun kaybına üzülsün insanlar? Ne sike derman olmuştu Neriman? Yıllarca yaşadığı şu hayatta toplasan kaç saatini başka insanların mutluluğu için harcamıştı Neriman? Cenaze törenine katılan diğer otuz veya otuz beş kişilik kalabalık ise "üzgün görünmeliyim" diye uğraşıyorlardı. Hatta bazıları "Ulan benim bu duruma üzülmem lazım ama üzülemiyorum, neden üzülemiyorum ya?" diye utanıyorlardı kendilerinden. Zira herkes biliyordu ki, tıpkı kendileri gibi Neriman da iyi biri olmak için değil iyi biri gibi görünmek için uğraşıyordu. Neriman zamanla unutuldu, bir gün karşısına çıksa "Merhaba" demeye tenezzül etmeyeceği Adanalı tarla işçisi Kara Bilal tarafından Neriman'ın götüne tıkanmak üzere toplanan o pamuklar toprağa karıştı. Neriman hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadı ama sanki hiç dirilmeyecekmiş gibi öldü.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

2040'tan Mektup

Adım Mehmet Kuzulsay, 60 yaşındayım, iki çocuğum var. Beni de annem ve teyzelerim "Çok kızların canını yakacak bu, çoook." diye severdi ama sonra aşık olmadığı ve sadece "İyi" olarak gördüğü biriyle evlenen, araba taksidine giren, fatura ve prim ödeyen, aşağı yukarı on senelik emeklilik hayatında rahat edebilmek için hayatı boyunca çalışan, yediği azarları sineye çeken, gazetelerin en çok spor sayfasını okuyan ama başka bir konu hakkında oturup iki satır yazı okumayan, kulaktan dolma bilgilerle fikir sahibi olan ve o fikirleri körü körüne savunan ortalama bir dalyarağa dönüştüm. Neyse, dün eski fotoğraflara bakarım diye babamdan kalan antika sandığı karıştırıyordum. Çocukken çizdiğim resimleri, biriktirdiğim gazoz kapaklarını, plastikten yapılma ufak yeşil askerlerimi buldum içinde. Sandığı daha da kurcaladım, dibinden eski gazeteler çıktı, tarihi şu an sizin yaşadığınız yıllara aitti. Oturdum, tek tek gazetelerinizi okudum. Hani kurbağanın suyunu yavaş yavaş kaynatırsan suyun ısındığını fark edemeden geberir gider ya, biz de yavaş yavaş ve zaman içinde kelimelerin anlamlarını değiştirdiklerini fark edememişiz. Sizin gazetelerinizi okuyunca fark ettim bunu. Sonra bu mektubu yazmaya karar verdim, mektubu bir şişeye sokup denize fırlattım, belki bir mucize gerçekleşir de sizin elinize geçer diye.

Oğlum iki yıldır iş arıyor. Başvurduğu her işte, ondan öyle bir şey isteniyor ki, sırf onu bulamadığı için iki yıldır reddediliyor. İstedikleri o şeyin, söyledikleri şey olmadığını biliyorum, ama eskiden buna ne denildiğini hatırlamıyorum. Başvurduğu her işte kendisine zengin veya sözü geçen bir tanıdığının olup olmadığı soruluyor, o da kimsenin ismini veremiyor. İşte bunun adına "referans" deniyor. Biz eskiden ne diyorduk bu kelimeye?

Yan apartmanımızda bir hatun oturuyor. Her cumartesi akşamı bir başka lüks arabayla eve bırakılır, kendisini eve bırakan herifi muhakkak yukarı davet eder. Internet'teki arkadaşlık sitesinde arkadaşız onunla, bin küsür arkadaşı var. Her gün muhakkak yeni fotoğraflarını sergiler o sitede, o siteyi her açtığımda bu hatunun bacak ve göt sahibi olduğunu gösterme çabasındaki fotoğraflarını görürüm. Arkadaşları ona "sosyal" diyor.

Bugünlerde bir futbolcu, ezeli rakibi olan takıma daha fazla para için transfer olabilir. Bir siyasetçi bugüne kadar savunduğu fikirlerin 180 derece tersini savunan bir başka partiye geçebilir. Bir gazeteci, bir anda bugüne kadar yazdıklarının tam tersini anlatmaya başlayabilir. İşte biz bunların hepsine "profesyonellik" diyoruz.

Vatan toprağını ve devlet şirketlerini ucuza satan, takım elbiseli teröristlerle gizli anlaşmalar yapan liderlerimiz var. Bunun adına "uluslararası ilişkiler" veya "diplomasi" diyoruz. Takım elbise giyenler ise "terörist" olamazlar burada.

Geçen gün eski iş arkadaşım ailesiyle beraber bize misafirliğe geldi, sekiz yaşında bir çocukları vardı. Çocuk sürekli annesinin yanına gelip Gamestation denilen elektronik aletiyle oyun oynamak istediğini söylüyordu. Annesi ilk başta vermek istemedi, bu aralar çok oynuyormuş ve bu onun için zararlıymış. Çocuk aleti alamayınca götüne köz basılmış at yavrusu gibi tepinmeye başladı evin içinde. Bizim çekmeceleri açıp içindekileri boşalttı, hanımın makyaj malzemeleriyle yerleri boyadı, bağıra bağıra ağladı. Annesi onun için "hiperaktif" diyor.

İki aylık bir kurstan sertifika alıp "uzman" olan insanların yazdığı kitaplar yok satıyor burada. Bu insanların bazılarına "yaşam koçu", bazılarına "astrolog", bazılarına "ünlü metafizikçi" diyoruz.

Elinde sikindirik Ufo fotoğraflarıyla dolaşan bir adam var mesela, ona da "ufolog" diyoruz. Böyle ünvan sahibi olunca daha ciddi bir etiketi oluyor.

Burada televizyona birtakım adamlar çıkıyor sık sık, bu adamlara bilir kişi gözüyle bakıyoruz toplum olarak. Onları bilir kişi yapan tek vasıfları ise o televizyona çıkabilecek referansa sahip olmaları. Referans dedim ama, o kelimeyi kullanırken başka bir şey kastediyorum aslında, dedim ya hatırlayamıyorum amına koyim. Neyse işte bu referans sahibi dallamalar bazen insanlara kötüyü iyi, iyiyi de kötü diye yedirmeye çalışıyorlar. Yaptıkları konuşma için ise haberin alt başlığında "ezber bozan" yazıyor. Ezber bozan, yani aç ağzını aç kamyon geliyor.

"Paylaşım" artık bir internet sayfasına fotoğraf veya komik video yüklemenin adı oldu.

Hayatında oturup iki kelime laf konuşmadığın insan için "arkadaşım" diyebiliyorsun artık.

Yapmadığımız şeyleri yapmışız gibi gösteren, "modernlik" ayağına bizi bir arada tutan değerleri terk etmemizi öğütleyen insanlara "aydın" diyoruz.

"Din" dedin mi şöyle bir süre konuşmadan duruyoruz. Hani pek samimi olmadığın bir insanla konuşurken bazen ağzından ağır bir küfür kaçar, sen utanırsın, karşındaki sana "Densiz herif, bu laf söylenir mi şimdi?" dercesine bakar, bir beş saniye boyunca şokla karışık sessizlik anı olur ya, işte "din" denilince de öyle bir hava esiyor burada. "Biraz zaman geçsin de, konuşmaya devam ederiz" diye düşünüp susuyoruz.

"Ümük" diye bir şey vardır hani, bu ümük bir tek sıkmaya yarar, ne olduğunu bilmezsin. İşte "faşizm" de ümük gibi bir şey oldu, bu faşizm bir tek kahrolmaya yarıyor ve kimse bunun ne bok olduğunu bilmiyor. Sadece kötü bir şey olduğunu biliyoruz.

Bizim artık birbirimizi değil, sadece kendimizi düşünmemiz gerekiyor, zira modern dünya bunu gerektiriyor. Duygusallık yapıp başkalarını seven salaklara da "vatansever" veya "milliyetçi" diyoruz. Bu kelimelerin iyi anlamlara geldiği zamanları az çok hatırlıyorum, ama artık bunlar da kahrolması gereken şeyler kategorisinde bizim için.

İnsan, kelimeler olmadan düşünemez. Bir insanın düşüncelerini değiştirmek için doğrudan düşüncelerini değiştirmeye çalışmazsın, zira buna karşı tepki koyar. Fizik yasalarına göre her etki, kendisine eşit kuvvette ve ters yönde bir tepki yaratır. Bu nedenle bir insanın düşüncelerini değiştirmek için, bildiği kelimelerin anlamlarını değiştirirsin. İşte buna tepki göstermezler, zira şekle tapan salak insan, görünüş aynı olduğu için değişikliği fark etmez. Fark etmeden bir zamanlar sevdiği şeylerden, artık nefret etmeye başlar. Bir zaman nefret ettiklerini, artık sevip bağrına basmaya başlar. O ise hâlâ sevip nefret ettiklerinin aynı olduğunu zanneder.

Adım Mehmet Kuzulsay, 60 yaşındayım. Modern, aydın, diplomatik, profesyonel denen insanların hastası, dindar veya vatansever denen insanların düşmanıyım.

Çok pişmanım.

4 Haziran 2013 Salı

Gezi Parkı Olayları ve Occupy Hareketi

Selam.

Günlerdir kafamı toplamaya ve tarafsızca düşünmeye çalışıyorum. Şu an tablo net gözükmüyor, ben de Nostradamus değilim anasını satayım, olaylar gerçekleşmeden kesin hüküm veremem. Sadece olasılıklar üzerinden gidebilir, bunlar üzerinden fikir yürütebilirim. Şimdi anlatacaklarımı dikkatle ve tarafsızca okumanızı istiyorum. Size sadece biraz bilgi, biraz da bakış açısı katabilirim.

Gezi Parkı olayları Arap Baharı'na benzediğinden daha çok, 2011'de başlayan "Wall Street'i İşgal Et" hareketine benziyor. Bu nedenle öncelikle Amerika'daki Wall Street olayları nedir, bu hareketi kimler desteklemiştir, bunları bilmemiz lazım. "Occupy" (İşgal et) sloganıyla başlayan akımlar önce Wall Street'te görüldü, ardından tüm dünyaya yayıldı. Mısır, Gürcistan, Kazakistan ve daha birçok ülkede "İşgalci"ler protestolar düzenlemeye başladı.


Occupy hareketinin sembolü hâline gelen bu tek yumruk, aslında Yugoslavya'yı parçalamada büyük rol oynamış OTPOR örgütünün sembolüdür. Buyrun şekil a:


Ve tabi ki bu sembol, tüm dünyadaki Occupy hareketlerinde de kendini gösterdi.


İran'da, Gürcistan'da, Ukrayna'da...

Ve tabi ki bu sembol, Gezi Parkı olaylarında da kendisini göstermiştir.



"Eee varsa var, alt tarafı bir sembol, neyi ispatlar yani bu?" diyor olabilirsiniz, şimdi Wall Street hareketlerine geri dönelim.

Wall Street hareketi yine OTPOR ve bu örgüt tarafından kurulan CANVAS örgütlerince başlatılmıştır. Wall Street hareketleri ilk bakışta "Artık sahiplerimize başkaldırıyoruz, ne güzel" izlenimi oluştursa da hiç de bu amaca hizmet eden bir hareket olmamıştır. Peki neden?

ABD'nin merkez bankası olan Federal Rezerv kişilere aittir. Federal Rezerv yıllardır basmakta olduğu her bir dolar karşılığında Amerikan halkını borçlandırmaktadır. FED'in nasıl büyük bir kumpas olduğunu bilen Kennedy gibi "40 yılda bir" çıkan halkın başkanı da, bir suikast sonucu öldürülmüştür. Fakat ne gariptir ki Wall Street'i İşgal Et hareketlerinde Federal Rezerv aleyhinde tek bir talepte bulunulmamıştır.

Yine ne gariptir ki yıllardır ABD'yi ve tüm dünyayı köleleştirmekte olan Rothschild ve Rockefeller aileleri hakkında da hiçbir girişimde bulunulmamıştır bu Wall Street eylemlerinde. Rothschild ve Rockefeller, ABD, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin merkez bankalarında büyük hisse sahibidir. Eğer amaç "sahiplere baş kaldırmak" ise, bu adamlar neden olayın dışında tutulmuştur?

Yeterli mi? Hayır. Buyrun Lord Jacob Rothschild, Wall Street hareketleri için ne demiş ona bakalım: "Dünyadaki finansal taşkınlığı protesto eden bu gruba büyük bir sempati besliyorum" - Jerusalem Post, 1 Haziran 2012

Hatta yine küresel çetenin önde gelen isimlerinden George Soros da, Wall Street'i İşgal Et hareketlerini Birleşmiş Milletler'deki bir basın toplantısında desteklediğini söylemektedir. Buyrun kendi gözlerinizle bu video'nun sonlarını seyredin, Soros kendi ağzıyla söylüyor: http://www.filmannex.com/movie/soros-wall-street-protests/28740

"(Wall Street'teki) Bu şikâyetlere sempati duyuyorum" - George Soros
Ne gariptir ki kendisi Lord Rothschild ile ağız birliği etmişçesine aynı lafları söylemiştir. Hatta George Soros dolaylı yoldan işi kitabına uydurarak Wall Street protestolarını başlatan örgütleri finanse etmiştir. Soros'un "Açık Toplum Vakfı", protestoculara tam 3.6 milyon dolar bağışta bulunmuştur.

Peki neden?

Tıpkı Arap Baharı'nda olduğu gibi, Occupy hareketleri de bir "istikrarsızlaştırma" projesidir. Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerin hepsi güçsüzleşmiş, iç savaş ve karışıklıklarla zayıflatılmıştır. Arap Baharı bir yıkım ve batı odaklı yeniden yapılanmayı amaçlar. Örneğin Mısır'da devrim yapılmış ve batı destekli generaller yönetimi yeniden ele almıştır. Mısırlı vatandaş için işler, eskisinden daha da boktan hâle gelmiştir. Mısırlı bir devrimcinin hissettiği pişmanlığı da buradan seyredebilirsiniz. Yani batı sikiyle girilen gerdekten hayır gelmez paşam.

Occupy hareketleri ise yine ülkelerde iç karışıklığı ve kaosu hedeflemiştir. ABD, Almanya, Avustralya bile Occupy hareketlerine maruz kalmışlardır. Evet ABD'de bile Occupy hareketleri baş göstermiştir (Wall Street gibi). Zira bu işgal hareketlerini başlatanlar hükümetler değil, küresel çetedir. Ülkelerin ekonomik yönden zayıflaması ve kendilerine daha da bağımlı hâle gelmesi, bu para babalarının en temel hedefidir. Rothschild, Rockefeller, Soros gibi şahıslar, devletlerin de üstü bir güce sahiplerdir. Bu insanların bağlı oldukları bir devlet veya bir millet yoktur!

Olaya biraz makro bakmaya çalıştık, şimdi gelelim bizim Gezi Parkı olaylarına...

Gezi Parkı olaylarının çıkış noktası, Taksim Dayanışma Grubu'nun Gezi Parkı'ndaki ağaçların yıkılmasına karşı gösterdiği tepkiye dayanıyor. Taksim Dayanışma Grubu'nun, Şubat 2012'de yayınladığı basın açıklaması metnini okudum (siz de siteden ulaşabilirsiniz) ve bu metnin ODTÜ'den Gazi Üniversitesi'ne 150 öğretim görevlisi tarafından onaylandığını gördüm. Olayların kaynağı olan bu çevreci hareketin altında bir artniyet olmadığını söyleyebilirim.

Mayıs 2013'te, söz konusu ağaçların kesilmesini önlemek adına bu grup çadırlar kurarak Gezi Parkı'nda nöbetleşmiştir. Olayların ilk günlerinde Sırrı Süreyya Önder'in de orada bulunması çoğu kişi tarafından hoş karşılanmasa da, size yine kesin olan bir bilgiyi ulaştırayım. Sırrı Süreyya Önder, orada bulunan eylemci bir kız tarafından telefonla aranarak davet edildi. Bu kızın da BDP ile falan hiçbir alakası yok. Amaç, Sırrı Süreyya'nın dokunulmazlığı aracılığıyla iş makinelerini ve polisleri durdurmaktı. Bunun altında da bir artniyet aramamanızı öneririm.

Anayasa'nın 34. maddesine göre herkes izin almadan, silahsız ve saldırısız gösteri yürüyüşü yapma hakkına sahiptir. Fakat gel gelelim polisin biber gazı ve gaz bombası kullanması, sağa sola cop savurması üzerine olayın rengi değişti, yoldaki vatandaş da bu duruma tepki gösterdi. Ben de bunlardan biriyim hacı, olayla hiçbir alakam yokken gördüğüm manzara karşısında tepkimi gizleyemedim. Üstelik televizyonda da bunlar hiçbir şekilde verilmiyordu. Bu yapılan resmen insafsızlıktı.

31 Mayıs Cuma günü ve gecesi, polis gâvura saldırır gibi kendi insanına saldırıyordu ve medyada bununla ilgili tek kelime edilmiyordu. E tüm bunlar da insanların damarına bastı doğal olarak ve "Hükümet istifa", "Faşizme karşı omuz omuza" sloganları atıldı o biber gazlarına rağmen.

Spontane bir şekilde halk tarafından destekleniyordu bu hareket. Tayyip Erdoğan 1 Haziran'da ilk kez konuştu ve "Biber gazı kullanımında yanlışlık var" dedi. Aynı gün polis de müdahalede bulunmuyordu, insanlar milli bayram havasında Türk bayraklarıyla şenlik yapıyordu. Hatta Beşiktaş'ta insanların bir kısmı artık vapurla evlerine dönmeye başlamıştı. Derken polis bir anda biber gazları ve gaz bombaları yağdırmaya, TOMA'yla tazyikli su sıkmaya başladı. Ortalık bir anda, hiçbir sebep yokken savaş alanına döndü. Eğer polis insanlara saldırmasa, bütün ülkede hiçbir olay olmayacaktı başından beri. Beşiktaş'ta yaşananlar da bunun bir göstergesiydi. Polisin bu saldırgan tavrına ek olarak Tayyip Erdoğan, "Evde zor tuttuğumuz %50'lik kesim var" gibi açıklamalarıyla bariz şekilde bir kutuplaşma yaratmak istediğini belli etmeye başladı. Bu, Tayyip Erdoğan'ın kibiri mi, yoksa hizmet ettiği bir amaç mı, orasını düşünmek size kalmış.

Bir olasılıktan bahsedeyim. Batının bir süre daha Akp'den vazgeçeceğini hiç zannetmiyorum. Fakat Tayyip Erdoğan'ın kontrolsüzlüğünden ve Türkiye'nin Suriye'ye girememesinden rahatsız olduklarını da düşünüyorum. Tayyip Erdoğan'ın yerine belki Bülent Arınç, Ali Babacan gibi kendilerine yakın ve ılımlı birisini de başa geçirebililer. Dediğim gibi, bu sadece bir olasılık.

Peki bu direniş hareketi de Occupy hareketleri gibi küresel çete tarafından kullanılıyor mu? Dış basının desteği ve hâlâ buğulu olan o büyük resme bakınca az çok görebildiklerimiz, bu ihtimalin de oldukça güçlü olduğunu gösteriyor.

Tayyip Erdoğan'ın ve emrindeki polisin haklı olmadığı gün gibi aşikârdır. Bana ne derseniz deyin, gözlerimle gördüm durumu ben. Gördüğüm manzara karşısında ilk günler eylemlere katıldım, ayağımın dibinde gaz bombaları patladı ve hâlâ da "İyi ki yapmışım" diyorum. O tavrın gösterilmesi şarttı. Fakat haklıyken haksız duruma düşmek ve ülkeyi iyice kaosa sürüklemek gibi çok ciddi bir tehlike de var karşımızda. Bu tehlikeyi görür görmez de şahsen eylemlere katılmayı bıraktım.

Ayrıca eklemem gereken bir başka nokta da şu: 1 Haziran'a kadar ortalıkta sadece üç-beş tane olan, yüzleri peçeli, polis arabası yağmalayan birtakım (!) aktivistlerin sayısı, 1 Haziran'dan sonra gitgide artmaya başladı. Olayların tam göbeğinde olan arkadaşlarım, polisle çatışma olan ve barikat kurulan bölgelerde genellikle 10-15 kişilik gaz maskeli, donanımlı, ne yaptığını fazlasıyla bilen gruplar olduğunu söylüyor günlerdir. Bu donanımlı aktvisitlerden bir kısmı, Yunanistan'daki protesto hareketlerinde de bulunduklarını söylemiştir.  İşte en başından beri içimizde şüphe ve "Acaba?" oluşturan durum da buydu. Eylemcilerin arasındaki provokatörler ve Tayyip Erdoğan'ın da yangına körükle giden tavrı, bu işin sonunun kaos olduğunu gösteriyor. Kaos yıkımı, yıkım da fırsatları getirir.

Kaostan doğan düzen, küresel çetenin bir numaralı mottosudur.

Şimdi yapılması gereken, bundan sonra gösterilecek tavrın ne olduğunu düşünmektir. Hem burada olanlardan, hem de yanı başımızdaki Mısır ve Suriye'de olanlardan ders almamız gerekir. Suriye'de de baskıcı bir Esed rejimi vardı ve Esed'a tepki gösteren direnişçiler vardı. İlk başta direnişçiler gerçekten de haklıydı, zira Esed'ın ne mal olduğu ortadaydı. Fakat işler gittikçe çığrından çıkmaya başladı. Suriye'deki direnişçiler gittikçe kaos yaratarak Suriye insanına en büyük darbeyi vurdular. Çatışmalar başladı, masumlar öldü. İnsanlar işsiz kaldı, evsiz kaldı ve daha da kötüsü ailesiz kaldı. Esed bir kere haksızsa, direnişçiler iki kere haksız oldu. En garibi ve gerçeği de, iki taraf da kendisinin haklı olduğunu düşünüyordu.

Kaos amaçlı Occupy ve Arap Baharı projelerinin kimlere hizmet ettiği açıktır. O sebeple ki birilerinin ekmeğine yağ sürmemek adına, mücadele kesinlikle demokratik yollardan yapılmalı. Medyanın örtbas ettiği gerçek görüntüleri, yurdun dört bir yanındaki insanlara ulaştırmamız lazım öncelikle. Bu görüntüleri onlara ulaştırmamız şart, zira bugüne kadar Akp'ye ve medyaya güvenen Bilal Emmi'nin içine artık bir kurt düşmesi, bir "Acaba?" demesi lazım. Elimizde çok fazla fotoğraf ve video birikti, bunları gündemi Habertürk'ten, NTV'den takip eden ve hiçbir şeyden haberi olmayan adama ulaştırmamız lazım. Bundan sonra zorbayla zorba olarak ne kazanacağız? Kime ne ispat edeceğiz?

Buna kim ön ayak olacaksa olsun, medyanın nasıl olayları örtbas ettiğini ve hükümetin polise "Kendi insanınıza, David Beckham'a dalan Alpay Özalan gibi dalın" emri verdiğini herkese ispat etmeliyiz. Çünkü senin yaşadıklarından haberi yok Malatya'daki adamın. 

Organize olalım, arşiv oluşturalım, medyada illa ki bulunan o samimi çalışanları yanımıza alalım ve insanları haberdar edelim. Gerçek direniş artık bu şekilde yapılmalı, yoksa zarar gören 12 Eylül 1980'de olduğu gibi yine bu halk ve ülke olacak. Bu arşiv oluşturma işini ciddiye almamız lazım, ben seve seve ve canla başla uğraşırım bu iş için. Zira medyanın dayatmalarını insanlara göstermedikçe hiçbir bok elde edemeyiz.

Dikkatimi çeken başka bir şey olursa haberdar ederim buradan. Kesinleşmeyen çok şey var, o yüzden bu aralar temkinli davranın tavsiyesi vermekten fazlası gelmez elimden, kaynataya selamlar.

2 Haziran 2013 Pazar

Gezi Parkı Olayları Hakkında

Herkesin kafası karışık, bu Gezi Parkı olaylarının da Arap Baharı'nın uzantısı olduğu, dış destekli olduğu, Türkiye'yi karıştırmak için başlatıldığı şüphesi var kafalarda. Ne yalan söyleyeyim bende de vardı bu şüpheler, ta ki orada toplanan kitleyi görene kadar. Avradını siktiğimin televizyonları yüzünden Yozgat'ta oturan adam bu olayların "Anarşi" olduğunu zannediyor. "Polise taş atarsanız tabi polis de sizi coplar, oh olsun" diyen de var. Size olayların bizzat tanığı olarak gördüklerimi anlatacağım, sonra büyük resmi de beraber değerlendirelim kaynatasızlar.

31 Mayıs günü Teşvikiye'de işim vardı, eylemlere katılma fikri yoktu kafamda. Dışarı çıktığımda yolların kapalı olduğunu gördüm, biber gazı da vardı havada. Önümden "Hükümet istifa", "Tayyip istifa" diye slogan atan -göz kararı- bin kişilik bir grup geçti. Polis biber gazlarını daha da arttırmaya başladı. İnsanlar artık gazdan o kadar bunaldılar ki kaldırımdan yürüyenler de gruba alkışlarla destek vermeye başladı, hatta grubun arasına katılanlar da oldu. Polis daha da arttırdı biber gazını. Biber gazının tek sebebi bu insanların "Hükümet İstifa" diye bağırmalarıydı. Polis insanların üzerine yürüyüp, gaz bombası atmaya başladı, epey bir karambol oldu. Yani o karambolde biri ölse, biri kör olsa, sorumlusunu bile bulamazsın. Ben bir süre daha gruba katılmadım, polis bu grubun çok uzağında yolda yürüyen insanların üzerine de biber gazı sıktı. Onları da gördüm. Yürüyüş yapan insanlara biber gazı sıktı demiyorum bak, onu geç o zaten Allah'ın emri (haşa ehehe). Yürüyen diyorum. Kendi hâlinde yolda yürüyen adama biber gazı sıkıyordu polis. "Allah Allah" dedim, "Yürüyen adama biber gazı sıkmak nedir? Polis bunu bilerek, insanları kutuplaştırmak için mi yapıyor?" diye düşündüm. 

Aynı günün akşamı Taksim ve Harbiye arası bir yerdeyim, o uzun caddenin adı ne amına koyim, Osmanbey'e giden hani. O caddede binlerce insan vardı o gece. Sadece slogan atılıyordu, binlerce insan "Hükümet istifa" diyordu. Ne bir partinin, ne bir siyasi fikrin egemenliği vardı orada, belki de hayatında daha önce hiçbir eyleme katılmamış insanlar vardı orada. Senin komşun, benim amcam, sınavdan bir gün önce yanına gelip "Ders notu lazım mı hacı?" diye soran arkadaşın vardı orada. Yılların birikimini kusuyordu insanlar "Hükümet İstifa" diyerek. Polis üzerimize mütemadiyen gaz bombası fırlatıyordu, yine de orada durup slogan atıyorduk. Polise karşılık verilmedi, zaten verilmemesi de lazım. Önemli olan, orada bulunan insanların da bunun farkında olmasıydı. Ambulansa yol vermeyen arabayı azarlayan insanlar vardı o gün orada.

Ertesi gün (gündüz) Beşiktaş ve Taksim'de yine kalabalık toplanmıştı. Sadece slogan atılıyordu. Beşiktaş'ta Çarşı'nın en önde yürüdüğü bir grup ve arkalarındaki bin kadar kişi slogan atıyordu. Yoldan geçenler gülerek ve alkışlayarak destekliyordu bu insanları. Gündüz Beşiktaş ve İnönü o kadar güzeldi ki, insanlar o kadar renkliydi ki, hani İlhan Mansız Senegal'e gol atınca hissettiğin o gururla karışık sevinç var ya, onu hissettim orada. Havadaki tek yoğun gaz kitlesi köftecilerin dumanıydı, biz de aramızda makara yaptık "Köfteciler orantısız güç kullanıyor amağa goyim" diye. Çünkü ortada polis yoktu, yalnızca kul hakkı yiyip müslüman geçinenlere karşı toplanan insanlar vardı. Taksim'e çıktık, yüzü peçeli beş veya altı tane ağır orospu çocuğu park hâlindeki polis arabasını parçalayıp deviriyordu. Bunlara karşı çıkanlar, laf atanlar, yanlarına gidip engel olmaya çalışanlar vardı. Başka da hiçbir olay olmadı 1 Haziran gündüzü Taksim ve Beşiktaş'ta. Çünkü polis yoktu, olsa da saldırmıyordu.

Biz Taksim'deyken Beşiktaş'ta olaylar başladı. Orada bulunan arkadaşımdan aldım haberleri, polis durup dururken insanlara gaz bombası ve şu portakal gazı olduğu söylenen, nefes almayı güçleştiren ve mide bulandıran gazdan atmaya başlamış. Hatta polis ilk saldırıyı öyle bir zamanda yapmış ki, o sırada insanlar slogan bile atmıyorlarmış. Tam rehavet anında, tek suçu meydana inip tepkisini sözlerle göstermek olan insanlara gavura saldırır gibi panzerlerle saldırmaya başlamış polis. Dün akşam yine Beşiktaş'ta olaylar oldu. Yani ne zaman polis insanlara saldırdı, o zaman olay oldu. Tayyip Erdoğan bugün televizyonda "Dükkanları yağmalıyorlar, bu mu çevrecilik?" dedi. Size Allah'ım üstüne yemin ederim ki ben günlerdir sokakta olmama rağmen öyle bir kitle görmedim.

Şimdi size şu kadarını söyleyeyim, ortada bir provokasyon varsa eğer bunu yapan polistir. Daha doğrusu polise o emri verenlerdir. Bu ülkeyi idare edenler ya tüm olayların polis yüzünden yaşandığını bilemeyecek kadar cahil, ya da kendi aleyhlerinde hiçbir söz söylenmesini kabul edemeyecek kadar kibirliler. Ben o kadar da cahil olduklarını düşünmüyorum, bunun adı resmen kibir.

Yoldan geçen kendi hâlindeki vatandaş, polisin neler yaptığını bizzat görünce sinirlenmeye başladı. Belalar okumaya başladı. Reyhanlı'da da "Hükümet İstifa" diye bağırıyordu insanlar geçen haftalarda, hatırladınız mı? Çünkü bu insanların bizzat canı yandı. İşte sorun şu ki, insanlar bunları bizzat görmedikçe tepkilerini dile getirmekten çekiniyorlar. İnsanların bir kısmında öyle bir korku hakim ki, öyle bir "Aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey" tribindeler ki... Kimseye karışmazsam bana bir şey olmaz diye düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz güzel kardeşim. Dün Mehmet'e olur, bugün Hasan'a olur, yarın bakarsın sana da olur. Bugün sırf "Tayyip istifa" diye bağırdığın için kafana gaz bombası, vücuduna plastik mermi yiyorsan, yarın öbür gün hakkını araman gerektiğinde neler yersin neler.

Şimdi bu olayların Türkiye'yi karıştırmak için başlatıldığı söyleniyor. Bak hacı, o sokağa çıkan insanlar durumun gayet de farkındaydı. Ben insanlara olan umudumu tam kaybetmek üzereyken, bu kadar aklı başında ve bu kadar cesur bir kitle gördüm meydanlarda. O kitle de halktı, halk. Devlete saldırılmaması gerektiğini gayet de iyi biliyor bu insanlar, kimsenin zerre kuşkusu olmasın. Bizim ülkemizde Müslüman Kardeşler gibi, Özgür Suriye Ordusu gibi silahlanıp devlete saldıracak bir örgüt var mı ulan? Hatta günlerdir beraber kolkola yürüdüğüm o adamların kafasına silah dayasan, taşaklarını ceviz kıracağına sokup patlatmakla tehdit etsen, yine de yapmazlar öyle bir şeyi.

Hükümet yalakası olanlara lafım yok. Onlar "biz buyuz" diyorlar. Yiğit Bulut attığı tweet ile Ergenekon'u sorumlu tuttu bu olaylardan mesela. Kendisi de inanmıyor söylediklerine. Bunlara ben söyleyecek söz bulamıyorum açıkçası, bunlar güce tapanlar, onu anladık. Ama sen güzel kardeşim, sen kafası karışık kardeşim, korkma. Ben sokaklarda umut gördüm. Bilinç gördüm.

Televizyona Allah rızası için inanmayın. Bu olayları sadece Halk Tv verdi. Onlar da ara sokaklarda yaşananları görüntüleyemedi. Yani Halk Tv'de gördüklerinizin eksiği vardı, fazlası yoktu. Bu iş öyle size yutturmaya çalıştıkları gibi canı sıkılan üç beş marjinalin heyecan arayışı değildi, halkın "Artık yeter!" diye 
haykırmasıydı.

Bu olaylar manipüle edilebilir mi? Elbette edilebilir. O ihtimal var. Fakat günlerdir "Biz daha ölmedik!" diyen bu insanlar, eminim ki buna da izin vermeyeceklerdir.

İnsanlara temiz suyu temiz borularla ulaştırmanız gerekir. Suyun pisse boruların temiz olması bir sike yaramaz. Suyun temizse ve boruların pisse, bu sefer de suyun tüm temizliği çöpe gider. Size şunu söyleyeyim ki bu işin suyu temiz, kaynağı temiz. Bu bir halk hareketiydi, her hükümet karşıtı protestoyu çok güçlü dış odaklar planlayacak diye bir kaide yok. Bu topraklarda yaşayan aslan gibi insanlar var. Fakat galeyana gelip polise saldırılırsa, taşkınlık çıkarılırsa, işte o zaman borular kirlenir. Aman dikkat.

Çok güzel insanlar var, çok. Selametle.

Not: Haklıyken haksız duruma düşmemek için dikkat http://www.guncelmeydan.com/pano/ne-oluyor-ne-yapmali-erhan-sandikci-t34634.html

11 Mayıs 2013 Cumartesi

Hatay'daki Patlamalar Üzerine

Selam ben Beşşar Esed. 

Sırtını Amerika'ya yaslayan ve böylece mutlu mesut yaşayacağını zanneden onlarca müslüman ülke liderinden birisiydim. Pek akıllı bir adam da sayılmam. Günümüzdeki makine ve bilgisayar bağımlılığı insanların hafıza yeteneğini  ciddi şekilde köreltmiş vaziyette * olduğu için sizlere bazı şeyleri hatırlatmam lazım.

2008 yılında Arap Birliği Zirvesi vardı, bu toplantıda ben ve birtakım Arap liderleri bir araya geldik sevgili gadasını aldığım. Sen muhtemelen bu haberi gördüğünde "öeehh" deyip bir sonraki "Internet'te tıklanma rekorları kıran kedi" haberine veya sikimsonik sıradan bir futbol haberine baktın. Zira o haber daha eğlenceliydi, daha zevkliydi, daha neşeli dakikalar vadediyordu sana. Neyse dur ne diyordum, heh bu toplantıda Kaddafi adında bir Arap lideri de konuştu. Ne diyordu bu Kaddafi biliyor musun?



Saddam'ın yakalanıp idam edilmesine değinmişti Kaddafi. Aslında Saddam pek sikinde değildi Kaddafi'nin, bunu kendisi de söylüyordu. Tıpkı öğrencilerine Beş Hececilerin adlarını "feyho" şeklinde ezberletmeye çalışan edebiyat öğretmeni gibi, Saddam örneği üzerinden bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu bu Kaddafi. Konuşmasının özeti şuydu Kaddafi'nin: "Neden Saddam'ın adil bir şekilde yargılanması için bir şeyler yapmadınız? 11 Eylül'ün Irak'la ne alakası var? Neden Saddam'ı öldürdüler? Hepiniz sırtınızı Amerika'ya yaslamış vaziyettesiniz, aranız bozulur diye ağzınızı açıp tek kelime laf edemediniz. Bizim en büyük düşmanımız kendimiziz, önce aramızda birlik olmalıyız. Yoksa sıradaki sizlerden biri de olabilir"

Kaddafi bunları söylerken salonun tepkisi ne oldu biliyor musun? Yalnızca 5 saniyeni rica edeceğim senden, "Sıradaki sizlerden biri de olabilir" dediğinde işte bu tepkiyi verdik Kaddafi'ye: http://www.youtube.com/watch?feature=player_detailpage&v=VZZvPlGCt_8#t=440s  "Çok iyi abi yea" diye yapılan esprinin gülünmeye değer olduğunu belirten sığır genç gibi güldük Kaddafi'ye.

Kaddafi'nin söyledikleri bu kadarıyla sınırlı değildi, Arap ülkelerini kastederek şunları söylüyordu Kaddafi: "Biz birbirimizden nefret ediyoruz, birbirimizi aldatıyoruz. İstihbarat kuruluşlarımız birbirimiz hakkında komplolar kuruyor. Rusya'yla veya İtalya'yla kurduğumuz ilişkiler, herhangi bir komşu Arap ülkesiyle kurduğumuz ilişkilerden 1000 kat daha kuvvetli. Biz birbirimizin düşmanıyız. Biz hiçbir şey paylaşmıyoruz"

Kaddafi konuşurken ben onu şöyle dinliyordum:



Pek akıllı bir adam olmadığımı söylemiştim di mi?

Bazılarımız onu şöyle dinliyordu:





Bazılarımız da şöyle:



Esed ve 129 kişi daha bunu beğendi. Kankalarla itibarsızlaştırma qeyfi :))))

Biz Araplar çok akıllı, çok süper bir milletizdir. Son peygamber aramızdan çıkmış olmasına rağmen yüzyıllardır şu dünyaya bir taş dikebilmişliğimiz yoktur. Belki de bu kadar rezil hâlde olduğumuz için son peygamber bizim aramızdan çıkmıştır, kim bilir? Üstelik aramızdan biri "Birlik olmamız lazım" dediğinde bile ona köyün delisi muamelesi yaparız.

Dedim ya, biz Araplar çok süper bir milletizdir. Ne hikmetse bizim bütün Araplar 2010'un sonlarında devrim yapmaya karar verdiler. Hepsi bir anda kendi liderlerini devirmek istediler. Önce Kaddafi'yi öldürüp Libya'yı çok süper bir yer hâline getirdi devrimci Arap kardeşlerimiz.



Kaddafi'nin ülkesi Libya, Tunus, Mısır, Cezayir... Hepsinde devrimler oldu. Kaddafi ve o gün orada ona gülen kim varsa, hepsi  90+5'te maçın bitmesi için hakeme yalvaran Yılmaz Vural tribinde üç buçuk attılar. Zincirin son halkasına gelindiğinde, benim yüreği devrim aşkıyla tutuşan bir grup insanım da bana karşı ayaklanmaya başladı.

Bu devrimlerin sebebi neydi biliyor musun? Tabi ki de bizim süper Arapların özgürlük ve demokrasi aşkıydı canım, orası kesin, ama daha başka bir sebebi neydi biliyor musun? Büyük Ortadoğu Projesi bizim sınırlarımızı ve yönetim şekillerimizi değiştirmeyi amaçlıyordu. Yeni Dünya Düzeni'nde bize biçilen ilk pozisyon buydu. Biz Arap liderleri, hepimiz ABD'nin kuklasıydık aslında, fakat kukla oynatıcısı olmanın ilk kuralı kendi kuklalarını kendi elinle yok etmektir. 

ABD, Afganistan ve Irak'a girdikten sonra epey bir vurgun aldı, ekonomisi on sene öncesini mumla aratır hâle geldi. Kendi ordusuyla bir yeri işgal edecek mecali yoktu artık ABD'nin. Peki ne yapacaklardı? Fransız İhtilali'nden beri uygulanan bir fetih yöntemi vardır, ordularınla bizzat savaşmaktansa, fethetmek istediğin bölgenin insanını birbiriyle savaştırırsın. Onları birbirine düşman edersin. Onları birbirine kırdırırsın. Bazen millet farklılıklarını, bazen mezhep farklılıklarını kullanırsın. Her türlü farklılığı ayrımcılığa dönüştürürsün. İşte bu yolla bizi önce birbirimize, sonra kendi içimizdeki halkımızı birbirine düşman ettiler. Biz Araplar çok süper milletiz demiştim di mi?

Neyse işte, işler benim ülkemde onlar için pek de rast gitmedi. Ben hâlâ devrilmedim. Hâlâ Mossad, ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından eğitilen, İsrail tarafından silahlandırılan teröristlere karşı savaşıyorum.




İşin tuhaf kısmı nedir biliyor musunuz? Hani sizin medyanızda bazen "Obama PKK için terör örgütü demedi!", "Oh neyse AB parlamentosu PKK'ya terörist dedi", "Lan yine terörist demediler olum ya :(" gibi haberler çıkıyor ya. Sen de oturduğun yerden düşünüyorsun ya, ulan karakol basan, yol mayınlayan, otobüs roketleyen adamlar nasıl terörist olmaz diye. Heh işte aynısı şu an bizim başımıza da geldi.  İsrail tarafından silahlandırılan adamlar bizim askerimize ateş açıyordu ve adları "Muhalif" veya "Devrimci" oluyordu. Neyse işte tüm bunlar yetmezmiş gibi ben bir yandan üstüme saldıran İsrail'le de it dalaşı yapmak zorunda kalıyorum.



Demiştim ya ABD'nin artık gücü yoktu işgal etmeye diye. Suriye'de de işler pek istedikleri gibi gitmiyordu ya. Suriye'deki devrimci kardeşlere bir destek lazımdı. Kim olmalıydı bu destek? Siz güzel kardeşlerim, siz canını yediklerim, siz.

Siz artık onlar adına bize karşı savaşmalıydınız. Zamanında sırf Nato'ya üye olabilmek için elin Kore'sinde savaşan da sizler değil miydiniz? Akıllı olan adam bir haritaya bakar, "benim burada ne işim var" der amına koyayım, neyse konuyu dağıtmayayım.

2010 yılında sizin başbakanınız benim için "Esed kardeşim" diyordu. "Artık Suriye ile aramız çok iyi" diyordu. Bana inanmıyorsan buyur seyret hacı: http://www.youtube.com/watch?feature=player_detailpage&v=XzYwZooedHg#t=23s 

Sonra birden bire, tıpkı süper Arap halkının kafasına birden bire dank etmesi gibi, başbakanınız da bir anda aydınlandı ve benim pis bir diktatör olduğumu fark etti. Bir anda hayatın anlamını çözdü sizin başbakanınız. "Padişahım çok yaşa" diye ellerini açıp altın dağıtılmasını bekleyen aşırı karakterli medyanız da bir anda bana düşman kesildi. 2011 Haziran'ından itibaren bana ağzını geleni söylemeye başladı sizin başbakan. Kendimi bir anda Beşiktaş'tan Fenerbahçe'ye transfer olan Tümer Metin gibi hissettim. Oysaki ben hep neysem oydum, bir yere gittiğim yoktu. Aramızdan su sızmazken, şöyle olduk sizin başbakanla:




Aslında Tayyip Erdoğan'ın hakkımda iyi konuştuğu o eski haber link'lerini de göstermek isterdim sana ama nedense o haberlere artık ulaşılamıyor arşivlerden. Sadece senin önyargıyla yaklaşacağın "muhalif" haber ajanslarında duruyor o haberler. Diğer tüm medyadan sanki buharlaştırıldı o haberler. 1984'ü okudunuz mu lan? Güzel kitap.

Neyse ne diyorduk, tabi başbakanınızın birdenbire oluşan düşmanlığı yetmezdi sizin bizimle savaşmanız için. Bunun için bazı somut tahrik unsurları lazımdı. Şunun gibi mesela:



Veya bugün, yani 11 Mayıs 2013'te Hatay'da 40'tan fazla insanın ölümüne, 100'den fazla insanın yaralanmasına yol açan patlamalar gibi. O patlamaları kim yaptı biliyor musun? Sizin medyanızdan ve bakanlarınızdan alalım haberi:






Sizin medyanız zaten bir yıldan fazladır benim ne kadar pis bir adam olduğumu anlatıyordu.

Şu andan itibaren de benim suçlu olduğuma inanmanız için birçok yol deneyecekler.

Ben o kadar tuhaf bir adam olacağım ki sizin gözünüzde, bir yandan kendi içimdeki Özgür Suriye Ordusu adı verilen teröristlerle savaşıp, bir yandan İsrail'le uğraşırken, bir yandan da size bombalı saldırı düzenleyebileceğim. Başka işim yokmuş gibi sizin o komik "çözüm süreci"nize zarar vermek için uğraşacağım. O çok iyiye giden memleketinizi kıskanıp, bu kadar belanın içinde sizinle dalaşacağım.

Belki sözüm ona deliller bulacaklar. Belki intihar bombacısının üstüne bir Suriye ordusu üniforması koyacaklar. Belki sözüm ona konuşma kayıtları bulurlar. Nasıl yaparlar bilmiyorum ama bunu yaparlar.

Yemin ederim ki sizi buna inandırırlar. Uyuturlar. O başınızın dibinde çan çan konuşan elektronik ekran ve sözüm ona uzmanlar, satılık yazarlar, ne yapar eder sizi buna inandırırlar.

İsrail ve Mossad'la beraber çalışan Özgür Suriye Ordusu'nun ise bu saldırıyla hiçbir alakası olmaz. Beşir Atalay az önce "Bu saldırının Suriyeli muhalifler ile alakası yoktur" dedi mesela, gördün mü?

Zihin kontrolünün en etkili yöntemi tekrardır. Tekrar, tekrar, tekrar... Nazi Almanyasının propaganda bakanı Goebbels, "Bir şey ne kadar saçma olursa olsun, defalarca tekrar edilirse insanlar ona inanır" dediğinde işte bunu kastediyordu.

Dediğim gibi, pek akıllı bir adam sayılmam ben, hıyarın teki de olabilirim hatta. Ama tüm bunlar senin benimle savaşman için yeterli olacak mı? Kararı sen vereceksin, ya evinin içinde sürekli konuşan o dört köşeli ekrana inanacaksın ya da sırf birilerinin hırsı yüzünden savaşacak kadar salak olmayacaksın. Artık birilerine baş kaldıracaksın. Geçen sene düşen Türk jeti muhabbetinde olduğu gibi bu olay yüzünden de savaş çıkmayabilir. Fakat bu tahrikler birikirse bal gibi de çıkar, gül gibi de çıkar. Olan ölen insanlara olur, birileri de cam kenarına konmuş at sineği gibi ellerini ovuşturur. "Amerikalılar ne kadar salak yea, 11 Eylül'e inanıyorlar hâlâ" diyorsunuz belki de içinizden, işte bu olayların da 11 Eylül'den hiçbir farkı yok. Yemin ederim ki yok lan, valla yok. 11 Mayıs Türkiye'nin 11 Eylül'üdür belki de. Lisede notunu "Sözlüm zaten 100" diye hesaplayıp karnesine zayıf getiren dalyarrak, yine hayal aleminde mi yaşayacaksın? Bunlara inanacak mısın?

Sizin medyanız zamanında Kaddafi için de şunları demişti bak, hatırlıyor musun?


Veya bunu:



Oysa bu Kaddafi denen adam şu an dünya üzerinde bulunan herhangi bir siyasi liderden daha fazla şerefsiz değildi ki? Neden tek derdimiz Kaddafi oluvermişti bir anda? Kaddafi, yani Kıvırcık Kafa ölünce dünya daha iyi bir yer mi oldu? Şimdi de yeni Kıvırcık Kafa'nız ben oldum işte. Ben, Beşşar Esed.

Ben artık Çakır'ı öldüren Cerrahpaşalı Halit oldum.


Ben artık Michael Scofield'ın beyninde çıkan tümördüm.

Ben artık Türkiye-Brezilya maçında Brezilya'ya haksız penaltı veren Koreli hakem oluverdim.

İlkokulda en öne oturup "Örmenim ödev vermiştiniz" diyen işgüzar çocuk var ya, onlar da benim adamım aslında lan.

Münir Özkul'a gözdağı vermek için Yadigar'ın ahırını yakan adam var ya, o da bendim.

Ben yaptım, ben...

Beşşar Usta.

5 Nisan 2013 Cuma

Fark

Tarih: M.Ö. 340-310

Tieba gitgide daha da alışmaya başladı büyük çiftlikteki hayatına. Hem daha ağır işlerde çalışmışlığı da vardı, nane tarlasındaki bu işi o kadar da güç değildi. Üstelik nane kokularının arasında çalışmak bir nebze de olsa ona, kazma ve tırmık tutmaktan nasırlaşan avucunun ve geçen hafta yatırıldığı falaka yüzünden sızlayan ayak tabanlarının acısını unutturuyordu. Tieba hem vahşi görünümlü hem de güçlü bir adamdı, bıraksalar bir ayının bile anasını belleyebilecek kuvvetli kolları vardı. Üstelik zeki de sayılırdı.

Hasat dönemiydi, Tieba o gün yarım mina (yaklaşık 250 gram) kadar nane toplayabilmiş, üstüne de muhtemelen bir köpek sürüsü tarafından kırılan çiti onarabilmişti. Tieba ve arkadaşları günün sonunda başlarında bekleyen iki beyaz adama ellerindeki sepette ne kadar nane olduğunu gösteriyor ve böylece karınlarını doyuracak kadar yiyecek almaya hak kazanıyorlardı. Tieba sepetini gösterdi, beyaz adam onayladığını belirtme maksadıyla başını salladı. Tieba'nın hemen arkasında da her gün aynı barakada uyuduğu o komik suratlı kız vardı. Tieba bu zamana kadar ona adını bile sormamış, kim olduğuyla ilgilenme gereği duymamıştı. Kızın sepetinde nereden baksan beşte bir mina edecek kadar nane vardı, beyaz adam bunu beğenmedi ve Tieba'nın sepetini göstererek kıza "Aranızdaki fark ne? O bu kadar çalışırken sen ne yapıyordun?" diye bağırdı. Tieba ve arkadaşları, beyaz adamlardan ayrı bir yere sıçıyorlardı, zira onların bokundan gübre olarak faydalanılıyordu. Kimi zaman bu gübrelerden minik bir dağ olması bekleniyor, ancak o zaman kölelere kendi boklarını toplamaları söyleniyordu. Beyaz adam, komik suratlı kızı kolundan tuttu ve diğerlerine de kendisini takip etmelerini emretti. Adam, kızı kölelerin pislediği minik avluya götürdü ve kızın kafasını o boktan oluşan dağa batırarak küfürler yağdırdı. Tieba, kendisini şanslı hissediyordu, çünkü kendisi bu çiftlikte daha yeni olmasına rağmen ancak on vuruşluk bir falaka ile cezalandırılmıştı. Bu sırada muhtemelen kızın akrabası olan siyah bir adam, beyazlara yalvararak af diledi, ancak diğer beyaz adam onu da kafasından tutarak aynı pisliğin içine batırdı.

Tieba o gün ilk defa bir insanın ezilmesine, güçsüz gözükmesine ve dışlanmasına sebep olmuştu. Eğer o kadar nane toplamasaydı, belki de kızın durumu normal gözükecek ve cezalandırılmayacaktı. Kızın akrabası da sırf af dilediği için cezalandırılmayacaktı. Tieba o gün iki şeyi daha iyi anladı. Birincisi, eğer bu hayatta insan gibi yaşamak istiyorsa daha çok çalışmalı, beyaz adamın ondan istediklerini yerine getirmeliydi. İkincisi ise asla bir başkası için af dilememeli, onun hakkını savunmamalıydı.

Yirmi yıl kadar sonra Tieba, çalışkanlığı, azmi ve sessizliği ile kölelerin şefi hâline gelmişti. En kötü durumdaki beyazdan bile kötü durumdaydı, fakat o kölelerin en seçkiniydi. Artık tarlada ağır işlerde çalışmıyordu. Tembellik yapan, yeterince verimli çalışmayan köleleri azarlıyordu. Yanında beyaz bir adam varsa sık sık çaktırmadan beyaz adamın yüzüne bakıyor, onun nabzını kontrol ediyordu. Böylece eğer beyaz adamın yüzünü ekşittiği bir köle varsa hemen beyaz adama yaranmak için o köleyi azarlıyordu.

Hizmetinin yirminci yılında çiftliğin sahibi, Tieba'ya üstünde birkaç taş olan ve normal insanların giydiğine benzer bir giyecek armağan etti. Bu, bir köle için büyük bir onurdu. Tieba diğer kölelerin yanında asla giysisiyle övünmüyor, bunu sözleriyle dışa vurmuyordu, fakat övünmek ve gurur duymak bir insanın davranışlarına ne kadar yansırsa en az o kadar kasılıyordu. Tieba zeki bir adamdı, eğer kendisi giysisiyle övünür ve farklı olduğunu kendi ağzıyla söylerse biraz komik duruma düşebilirdi. Fakat o bunu söylemeden diğer köleler Tieba'nın ne kadar farklı olduğunu anlamalıydı.

Tieba artık çiftliğin büyük köşkünde kalıyordu. Soyluların lisanına da alışmıştı, fakat onlar gibi konuşmayı tam olarak beceremiyordu. Yine de Tieba, kölelerle konuştuğu zaman onlara caka satmak için bazen soylulardan duyduğu kelimeleri konuşmasının arasına serpiştiriyordu. Böylece Tieba, daha farklı biri olduğunu diğer kölelere çaktırmadan hissettirebiliyordu. Üstelik köleler bu dili kullanmıyordu bile fakat bunun bir önemi yoktu, zira bu şekilde farklılığını ispat edebiliyordu.

Yirmi yılda bu çiftliğe çok köle uğramış, yaklaşık üçte biri de ölmüştü. Bu kölelerin bir kısmı işkencelere dayanamadığından, bir kısmı açlıktan, bir kısmı da hastalıktan ölmüştü. Tieba, böylesi bir ortamda gerçekten çok şanslı ve çok farklıydı. Her gün yüzüne baktığı insanların büyük kısmı kendisinden çok daha kötü koşullarda yaşarken, kendisi nasıl da büyük bir nimete sahipti.

Kasabada Tieba'nın yaşadığı çiftlik gibi bir büyük çiftlik daha vardı ve bu kasabanın toplam nüfusu 300 kadardı. Çiftlik sahibi soylu ailelerin üye sayısı 17, bu soyluların yardımcısı beyaz adamların sayısı da 35 kadardı. Kasabanın geri kalan nüfusunu köleler oluşturuyordu.

Ve bu köleler, tek bir gün bile tükürüğüyle boğabilecekleri sahiplerine başkaldırmayı akıllarından geçirmediler. Aklından geçiren olduysa da tek bir gün, tek bir an bile buna yeltenmediler. Zira onların yiyecek bulmak, işkenceden kurtulmak ve hata yapmadan çalışabilmek gibi çok daha büyük dertleri vardı.

Tieba ise vahşi görünümlü, güçlü ve zeki bir adamdı.

Tarih: M.S. 2000-2030

Caner o gün sınıfta "Ders bitse de eve gidip yeni aldığım oyunu oynasam" diye düşünüyordu. Üstelik ders sosyal bilgilerdi ve bu ona çok sıkıcı geliyordu. Caner zeki bir çocuktu, yaşıtları sümüğünü koluna silerken, o daima göt cebinde bir paket peçete taşırdı. Görgülü, medeni bir çocuktu.

Caner düşünceler alemine dalmışken öğretmeninin bağırmasıyla yeniden dünyaya bağlandı. Öğretmen, sınıftaki çocuklardan birine çok konuştuğu için kızıyordu. Bu sırada Caner'in yanında oturan çocuk öğretmeninin sözünü kesti: "Öğretmenim, o konuşmuyordu valla". Öğretmen hem sözünün kesilmesine, hem de kendisinin yanlış kişiye kızarak hata yapmış olmasına sinirlendi. Ufacık bir velet kendisinin yanlış yaptığını söylüyordu, sinirini o çocuğa kızarak çıkardı: "Sen onun avukatı mısın? İkiniz de yarın sayfa 30'u defterinize yirmi kere yazacaksınız". "Ama öğretmenim...", "Sus, bir de cevap mı veriyorsun?"

Caner o gün iki şeyi çok iyi anladı. Birincisi, asla bir başkasının hakkını savunmamalı, etliye sütlüye karışmamalıydı. İkincisi ise, başındaki insanın ondan istediklerini kusursuzca yerine getirmeliydi.

Yıllar sonra Caner iyi bir üniversiteden mezun olup, ayda 2.700 lira maaşla bir plazada işe başladı. Fakat kısa sürede çalışkanlığı ve itaatkârlığı sayesinde terfi alarak maaşını üçe, hatta dörde katladı. Tabi bunda patronu ile olan sağlam ilişkisinin payı da büyüktü.

Şirket toplantılarında eğer birisi bir espri yaparsa, hemen patronunun suratına bakıyordu. Eğer patronu o şakaya gülüyorsa, o da gülüyordu. Ve eğer patronu o günkü sikimtırak meymenetsiz ruh hali yüzünden bu şakayı densizce buluyorsa, kendisi de arkadaşını uyarıyor veya ağzıyla "cık cık" yapıp başını "olmadı" dercesine yana doğru sallıyordu.

Caner gittikçe daha iyi kıyafetler ve daha lüks elektronik cihazlar alabilecek hâle geldi. Bu sırada otomobilini de yeniledi. Kendisi, içinde yaşadığı ülkenin insanlarının çok büyük kısmından daha üstün olanaklara sahipti, diğerlerinden daha farklıydı. Fakat bu üstünlüğünü asla kendisi dile getirmiyordu. Bunun yerine iş arkadaşlarıyla çok eğlendiğini belirten on çeşit mezeyle dolu rakı sofrası fotoğraflarını, Facebook adı verilen ve her insana nelere sahip olduğunu gösterebildiğin sanal ortamda yayınlıyordu. Böylece insanlara ne kadar farklı olduğunu ispat edebiliyordu. "IPhone'un yeni modelini çıktığı an rahatlıkla alabilirim" demiyordu, bu onu komik bir duruma sokardı ve Caner zeki bir adamdı. Bunun yerine esprili ama cefakar bir şekilde "IPhone 7 çıksa da şu külüstürden kurtulsak" diyerek gücünü belli ediyordu.

Caner artık çalıştığı şirket toplantılarında "Bu konudaki risk management'ınızı yetersiz buluyorum. Derhal bana son aldığınız mail'ı forward'layarak info'da bulunun" diyordu. Lisanı bir anda nasıl da değişivermişti. Çeşitli bilgisayar efektleriyle kendisini olduğundan daha yakışıklı gösteren fotoğraflarının altına "Die darling die" yazabiliyordu artık. Üstelik etrafındaki kimse bu dilde konuşmuyordu bile. Olsun, onun için önemli olan ne kadar farklı birisi olduğunu gösterebilmekti.

Caner zeki, modern ve medeni bir adamdı.

Her gün saat sabah 7'de kalkmak ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına patronunu daha çok zengin etmek için çalışmak zorunda olmasına rağmen artık kölelik diye bir şey yoktu. Dünya artık daha medeni bir yerdi. Sırf bir terfi alabilmek adına patronuna daha çok yaranmak zorunda olmasına ve kendisini diğer insanların büyük çoğunluğundan üstün görmesine rağmen sınıf farkı diye bir şey de yoktu. Dünya artık çağdaş bir yerdi. Kölelik, sınıf gibi çağdışı uygulamalara yer yoktu artık dünyada.

Caner gibi ve keyfi Caner kadar yerinde olmayan onun gibi milyonlarca insan vardı Caner'in yaşadığı yerde. Fakat bu insanlar bir gün bile tükürüğüyle boğabilecekleri ve sürekli çalışarak daha zengin etmekte oldukları sahiplerine başkaldırmayı akıllarından geçirmediler. Akıllarından geçirseler de bunun için asla bir şey yapmadılar. Zira onların telefon faturası ödemek, eskidiğine inandıkları malın yenisini almak ve diğerlerine ne kadar farklı olduklarını ispatlamak gibi daha önemli dertleri vardı.

Caner zeki, modern ve medeni bir adamdı.

En sevdiği tarihi kişi Spartacus, en sevdiği film ise Dövüş Kulübü'ydü.

Görünmez parmaklıkların var olmadığına inanıyordu.

16 Mart 2013 Cumartesi

Fihrist

Önce bu: Sübliminal Mesajlar, Çizgi Filmler ve Bilinçdışı - Volume I
Sonra bu: Sübliminal Mesajlar, Çizgi Filmler ve Bilinçdışı - Volume II

Hareketli resimler eğer açılmıyorsa yazıyı Chrome ile okuyun. Yazının özellikle 2. bölümünü şiddetle tavsiye ederim.

Yazılar yoruma açıktır. Kaynataya selam.

15 Mart 2013 Cuma

Suriye

Naber lan kaynatasızlar?

Şu günlerde medyaya bakarsanız göreceksiniz ki Esed, Suriye'de zulüm yapmaktadır. Esed çocuk katilidir. Esed tam bir şerefsizdir.  Esed penaltımızı vermemiştir. Esed kurt kılığına girerek Kırmızı Başlıklı Kız'ın ninesini yemiştir. Esed evrim geçirdikten sonra Ash'in sözünü dinlememeye başlamıştır. Şerefsiz Esed.

Yok kaynatasız, ben burada "Esed süper bir adam, Özgür Suriye Ordusu da şöyle böyle" demeyeceğim. Benim tüm tarafların suçlu olduğu bir davada tarafım yok, niye olsun ki?

Esed benim babamın oğlu değil, kaldı ki babamın oğlu bile olsa ben Esed'i savunamam. Zira hakkında net bir bilgim yok. Allah değilim ki Esed'i cennetlik veya cehennemlik ilan edeyim.

Benim dikkat çekmek istediğim nokta şu, eğer birazcık medyayı takip ediyor, gazete okuyor, insanların nabzını kontrol ediyorsan sen de göreceksindir bunu zaten.

Bundan birkaç yıl öncesine gidecek olursak, şu Arap Baharı yeni başlamıştı hatırlarsan. Rica ederim Gizem'in o gün sana ne dediğini hatırlayan o sikimsonik hafızan bunu da hatırlasın, tüm dünya balık hafızalıdır, bu bir gerçek, fakat sen balık hafızalı olmayacaksın eğer enayi yerine koyulmak istemiyorsan.

Bütün Arap coğrafyasında protestolar başlamıştı bundan birkaç sene önce. Tunus'tur, Mısır'dır, Libya'dır vs. Sadece bu ülkelerde değil, tüm Arap Yarımadası ve Kuzey Afrikada halk ayaklanmaya başlamıştı başındakilere karşı.

İlk anda kimse fark edemedi bu Arap Devrimlerinin ne ayak olduğunu, ben de edememiştim amına koyim. Fakat aradan birkaç ay geçtikten sonra aklı başında olan herkes farketti ki, bu Arap Baharı tamamen Büyük Birader'in kontrolünde gerçekleşen bir domino düzeneğiydi. Önce şu, sonra bu, sonra oradaki... Fitili onlar ateşlemişti ve fitile ilk çakmak değdireni fark etmiştik: Bu tezgâhı kuran, küresel sermayeydi.

Ben çok fazla vasfı olan bir adam değilim, sadece iyi gözlem yapan bir psikopatım. Şunu fark etmiştim ben hem medyayı, hem internet'te konuşulanları gözlemleyerek: Birkaç sene öncesine veya senesini yemişim lan, 6 ay öncesine kadar kim "Arap Baharını Amerika yapmıştır" dese şu cevabı alıyordu belli bir kısım tarafından: "Bırakın bu her şeyin arkasında Amerika var kafasını. Deliliniz var mı? Yok. Komplo teorisi üretmeyin."

Arap Baharlarını organize edenin "Amerika" olup olmaması değildi oysa mevzu, buradaki mevzu şuydu ve bunu herkes biliyordu: Bu kadar Arap ülkesi kendi kendine ayaklanamaz, hadi diyelim bir tanesi ayaklandı, hepsi aynı anda birbirlerinden etkilenerek böyle organize bir şekilde ayaklanamaz, silahlanamaz, bu iş akıl kârı değil. Bu işi kesinlikle bir dış güç tetiklemiş, finansal destek sağlamış ve organize etmiş olmalıdır.

İnanmayan eski yazılarıma baksın, Allah aşkına.

Sonra ne oldu biliyor musun? Bu "Arap Baharı" ifadesi yavaş yavaş kullanılmamaya başlandı. Unutuldu. Olur canım böyle şeyler, zaten üç gün önce orospu çocuğu dediğimiz şeyin adı bugün İmralı oldu. Doğaldır. Medya neyi dayatırsa insanlar da onu konuşur, bu kadar basittir mevzu. Ayrıca "Arap Baharı" da yine medya tarafından dayatılan bir ifadedir, zira "bahar" hoş şeyleri çağrıştırır insana. Her neyse, bu Suriye davası patlak verdi daha sonra.

Lan sonra bir baktım ki, bu zamana kadar "Arap Baharları dış desteklidir" diyenlere "Bırakın bu komplo teorilerini, her şeyin arkasında Amarika var kafasını..." cevabı veren sözüm ona ağırbaşlı adamlar var ya. Onlar bir anda Esed'i desteklemeye başladı.

Bu da yetmedi, Arap Baharlarında gaza gelen halkı eleştirerek "Evet çok doğru diyorsun kardeşim, Allah müslümanları bu boş heveslerden korusun" diyen adamlar da bir anda sözüm ona devrimci Özgür Suriye Ordusu'nu desteklemeye başladı.

Haydaaa...

Neden?

Ne değişti, ne oldu, ne yaptınız siz amına koyayım?

Bu değişim neden biliyor musun kaynatasız?

Çünkü Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanı olan dinci AKP ve onun sözünden çıkmayan medya, Esed'e katil diyordu.

Eğer AKP, Esed'e katil diyorsa, o halde Esed iyi biri olmalı.

Hatırla lan, Aristo mantığı işte: Kötü adamın dediği yanlıştır, AKP Esed kötü biri diyor, o halde Esed iyi biri olmalı.

Peki sen AKP'yi mi destekliyorsun? O halde AKP'nin savunduğu güzel ve doğru bir şey olmalıdır güzel kardeşim.

Mantık bu.

İktidar yalakası olanlara çok sövmeyeceğim. Onlar satılık olan veya kendilerine doğru diye dayatılan her şeye itaat eden tipler zaten, kendileri dahil herkes biliyor bunu. Fakat iktidara muhalif olan dalyaraklar kendilerini "aydın" zannediyorlar bu ülkede. Benim yüklenmek istediklerim daha çok onlar.

Be sevgili orospu evladı.

Be sevgili sadece inanmak istediğine inanan, gerçekler sikinde olmayan çük beyinli.

Biz sana başından beri diyorduk, bu Arap Devrimlerini düzenleyen küresel güçtür, Kaddafi'nin cesedine parmak atanlar satılmış adamlardır veya satılmış adamların gazına gelen cahil adamlardır diye.

Senin aklın şimdi mi bastı buna?

İlla sevmediğin insanların seninle karşıt görüşü paylaşması mı lazım senin bir şeyi doğru kabul edebilmen için?

Senin ben iflahını sikeyim iflah olmaz orospu çocuğu. Muhteşem orospu çocuğu. 8 dalda Oscar adayı olan fakat eve eli boş dönen orospu çocuğu.

Neyse kaynatasız, ben sana şunu demek istiyorum ve Allah aşkına sen söyle bana, sen de bunu düşünmüyor musun?

Esed benim sikimde değil, Kaddafi de benim sikimde değil. Fakat bu adamların ülkelerinde onlara karşı başkaldıranlar oldu. Bu başkaldıranlar bir anda organize oldular, diğer tüm Arap ülkeleriyle beraber aynı anda silah buldular ve hükümeti yıkmak istediler. Lan iyi de, hepiniz aynı anda nasıl denk geldiniz? Lan hadi ona da eyvallah dedim de, bir anda hepiniz nasıl medya tarafından "iyilik meleği" ilan edilir oldunuz?

Esed, ülkesini dış güçlere karşı savunmaktadır. Fakat kurunun yanında yaşı da yakan bir adamdır, bu nedenle destekleyemem.

Fakat Özgür Suriye Ordusu nedir?

Bu adamlar Arap Baharlarında ayaklandırılan halk değil midir?

Bu adamlar dış destek ile organize edilen ve silahlandırılan insanlar değil midir?

Peki bu orospu çocuğu medya neden bu herifleri iyilik meleği ilan eder oldu?

Peki bu Özgür Suriye Ordusunun, Arap Baharında Kaddafi'nin cesedine parmak atan ve dış güçler tarafından organize edilen adamlardan bir farkı olmadığını gören adamlar, neden ancak şimdi onların ne olduğunu söylemeye başlayabildiler?

Sizin alayınızı sikeyim ben.

İktidar yanlısı da, muhalif de olsanız.

Gözünüzün önünde duran gerçeği söylemiyor ve birilerine yaranmak istiyorsanız...

Veya birileri tarafından onaylanmayı bekliyorsanız...

Sizin alayınızı sikeyim.

Buna sikim yetmez ama yine de sikeyim.