Okunması şart makaleler:

Tasavvuf ve Tarikatlardan Yeni Dünya Dinine: Bölüm 1 ve Bölüm 2
Komünizm, Kızıl Devrim, Sovyetler Birliği ve Şirketler
İnsan, Din ve Kuran
Bu da amme hizmeti: Okunması Gereken Kitaplar Listesi

Bir Başka Din: Tasavvuf kitabı çıktı; internet'ten sipariş etmek için kitapyurdu link'i.

YENİ: Youtube'daki hodor hodor konuşmalarım için buradan alalım.

10 Kasım 2017 Cuma

Kuran'ı Beğenmeyenlerin Yolu: Mezhepler

Selam kaynatasızlar, tepem attı yine.

N'olur şu ayetleri üşenmeden okuyun, ardından, bu kadar net ifadelere rağmen insanların keyfekeder, Allah'tan korkmadan nasıl Allah'çılık oynadıklarına şahit olup sinirden kudurmayın.

"De ki: 'Bana vahyolunanlar içinde, bu haram dediklerinizi yiyecek birine yasaklanmış bir şey bulamıyorum. Yalnız şunlardan biri olursa başka: leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o bir pisliktir- Allah'tan başkası adına boğazlanmış yiyecekler...'" (Enam 145)

"Hem size hem de yolculara bir geçimlik olarak deniz avı yapmak ve onu yemek size helal kılındı..." (Maide 96)

Bu kadar net ayetlere rağmen ne hikmetse "ulemamız" içtihat yaparak Allah'tan korkmadan midye gibi bir şeyi bile haram edebiliyor. (ki bu süslü sözlerine aldanmayın, ulemanın içtihadı demek genellikle eskilerin/ataların/birtakım sakallı heriflerin dine koydukları kurallardır)

Tek derdimiz midye mi? Yoo. Fakat "tek derdimiz bu mu?" diye diye eklediğiniz uyduruk mezhep kurallarını ve haramlarını üst üste koyduğunuzda Kuran ve İslam ile alakası olmayan ve günahkar olmamak için Kuzey Kore askeri tabiatlı bir robota dönüşmeniz gereken saçma sapan bir din çıkıyor ortaya.

Bir de işin şöyle tuhaf psikolojik bir tarafı var. Bir insanın haram olan bir şeyi helal yapmasını anlayabilirim, bu da büyük bir Allah korkusuzluğudur, fakat örneğin Mevlana'nın Mesnevi'de şarabı kendi gibi ulvi (!) şeyhlere helal etmesinin altında "hacı şarap güzel işte, uyduralım bir şeyler de şunu helal yapalım, içelim güzelleşelim anasını satayım" düşünceleri yer aldığı aşikar.

İyi de arkadaş, bir insanın "helal" olan bir şeyi "haram"a dönüştürmekten ne gibi bir çıkarı olabilir? İnsanı yaratan Allah, müşrik psikolojisini bildiğinden ötürü Kuran'da defalarca "helal olan şeyleri haram yapmayın" diye emreder.

"...Allah'ın kendilerine verdiği rızıkları, Allah'a iftira ederek haramlaştıranlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. İnan olsun, sapıtmışlardır onlar; hiçbir zaman doğruyu ve güzeli bulamazlar." (Enam 140)

Kuran'ı okuyanlar, bunun gibi ayetlerin ne kadar sık geçtiğini iyi bilirler.

İslam'da ruhbanlık yasaklanmıştır. Allah'ın kitabına eklemeler yapmak yasaklanmıştır. Üstelik, bilgisizce, sırf gelenek olarak bu din adamlarının peşine düşmek de yasaklanmıştır. Buyurun, keyfekeder konuşmuyorum:

"Din bilginlerini, din adamlarını ve Meryem oğlu Mesih'i ALLAH'tan ayrı rabler edindiler. Oysa, yalnız tek Tanrı'ya kulluk etmekle emredilmişlerdi. O'ndan başka tanrı yoktur. O, eş koştukları kimselerden de çok yücedir." (Tevbe 31)

Kuran'daki işine gelmeyen ayetleri "ama orada şunlardan bahsediyor, orada bilmem kimlerden bahsediyor, iyi de ayetin iniş sebebine bakmak lazım" diyerek kendilerini bağlamıyormuş ayağına yatanlar hem kendilerini, hem başkalarını kandırıyorlar, hem de Allah'a iftira atıp bir ilahmışçasına kafalarından din uyduruyorlar. Müslümanın böyle bir ahlaksızlıktan çekinmemesi nasıl mümkün olur?

Hepimizin günahları var, kendimize yakıştıramadığımız ve hatta belki de Allah'a karşı dua etmeye bile yüzümüzü bırakmayan suçlarımız var (fakat yine de hiçbir şey Allah'a dua etmekten alıkoymamalı). Yalnız bunun bir sınırı olmamalı mı? Ne demek Kuran'a "hadis" ve "mezhep" adı altında binlerce uyduruk kural eklemek.

Bunun yegâne sebepleri şunlar: Müslümanlar Kuran'dan habersiz ve haberi olan Müslümanların birçoğu da Kuran'ı beğenmiyor. Bu da bir müşrik davranışıdır, peygamberden bile Kuran'a eklemeler/çıkarmalar yapmasını istemişlerdir:

"Ayetlerimiz onlara açık seçik parçalar halinde okunduğu zaman, bize ulaşmayı ummayanlar şöyle dediler: 'Bundan başka bir Kur'an getir yahut bunu değiştir.' De ki: 'Onu kendiliğimden değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkuya düşerim.'" (Yunus 15)

Peygambermizin dine kafasına göre kural ekleme yetkisi yoktur, o ancak Allah'tan gelen vahye uyar. Peygambere uymak, Kuran'a uymaktır. Peygamberi örnek almak, onun Kuran'da belirtilen güzel ahlaklı davranışlarına uymaktır.

Ama siz Kuran'ı beğenmiyorsunuz. Beğenmeyebilirsiniz, bunda elbette özgürsünüz, fakat bir şeyden hoşlanmıyorsunuz diye onu değiştirmeye, hem de bunu Allah adıyla yapmaya kalkışamazsınız:

"Bir iğrençlik yaptıklarında şöyle derler: 'Atalarımızı bu hal üzere bulmuştuk. Yani Allah emretti bize bunu." De ki: 'Allah, edepsizliği/iğrençliği emretmez. Allah hakkında, bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?'" (Araf 28)

Kuran'da olmayan ve bugün din diye kabul edilen şeyleri sadece tek cümleyle belirterek bile bir liste yapmaya kalkışsak, herhalde bu liste yüzlerce sayfa tutardı. Bunlardan bazılarını sayayım, bakın bunlar Kuran'da yok, valla yok lan, olsa dükkan senin:

- Sünnet olmak.
- Mezhepler (ki en az 7 ayette yasaklanmıştır, bkz: Şura 13-14, Rum 32, Ali İmran 103-105, Enam 159, Tevbe 107)
- İpek, altın, balığa benzemeyen deniz canlılarının, müziğin, heykelin, resimin ve mezheplere özgü diğer yüzlerce zartın zurtun haram edilmesi.
- Ruhbanlık; evliyalık, şeyhler, gavslar, kutuplar vs
- Peygambere maledilen sözleri hadis-i şerif adı altında din edinmek (Bkz: Zühruf 44, Mürselat 50)
- Allah'tan başkasından şefaat dilemek, medet ummak (ister peygamber olsun, ister melek, ister sözüm ona evliya)
- Eh haliyle türbe ziyareti.
- Çarşaf, peçe, zart zurt.
- Kadınların çalışmaması, erkeklerle beraber aynı ortamda bulunamaması.
- Kuran'ı anlamadan okumanın sevap olması.
- Recm
- Sakalın ve bilumum kılın sünnet olması
- Cübbe ve sarık gibi Arap kıyafetlerinin dini emir olması (ama çok otorite sahibi gözüküyorsunuz sakal ve cübbeyle)
- Mehdi, mesih ve deccalin geri gelmesi (Yahudilerden Hristiyanlara, Hristiyanlardan Şia'ya, Şia'dan Sünniliğe geçmiştir)
- Abdestsiz Kuran'a dokunamamak.
- Nefsi müdafaa dışında savaşmak.
- Asmak, kesmek, kelle uçurmak.
- 40 Haramiler.

Dinin sadece ilk değil, tek kaynağı Kuran'dır. Bunun neden böyle olduğunu görmek için Kuran'ı okumanız ve Müslümanların haline bakmanız yeterlidir. Kuran'ı okuyan bir insan, eğer sağdan soldan böyle geleneklerin var olduğunu duymasaydı, asla hadis ve mezhep gibi ek kaynak arayışına gerek duymazdı. Zira Kuran'da hem bütün ahlaki emir ve yasaklar belirtilmiştir, hem Kuran'ın tastamam bir kitap olduğu belirtilmiştir, hem de dinden başka bir kaynak edinme gerektiğinin iması bile edilmemiştir.

"Kuran'da her şey var" derken, biz elbette dine dair ahlaki hükümleri kastediyoruz. Güzel ülkemdeki profesör ünvanlı akademisyenler bile bu lafa "Eee Kuran'da her şey tam açıklanmış mı ki?" diye itiraz ediyorlar. Kuran'da felsefenin tüm sorularına da yer verilmemiştir, bilimsel keşiflere de, teknolojik aletlerin nasıl yapılacağına da, pastırmalı pideye de.

Artık iman olarak Kuran'ı tek kaynak edinmenin gerektiğini çoktan kabullenmemiz lazım. Bunun tartışılması bile abes. Esas üstünde düşünmemiz gereken şey "NASIL" ahlaklı ve üretken insanlar olabileceğimizdir.

Kuran'ı beğenmeyen Müslümanlar, kendilerini ve etrafı kandırmaya devam edebilirler. Fakat unutmasınlar ki:

"Onlar, kıyamet günü kendi günahlarını tamamen yüklendikten başka, ilimsizlik yüzünden saptırdıkları kişilerin günahlarının bir kısmını da yüklenecekler. Bakın, ne kötü şey yükleniyorlar!" (Nahl 25)

Bu kadar agresif din tebliği yapılmaz, bunu biliyorum, ama insanım anasını satayım, artık uyduruk Arapça terminolojik laflarla dini sahiplenip Kuran'da olmayan şeyleri din diye kakalayan ve sonra da karşılarındakini "ilim bilmezsiniz, usul bilmezsiniz, cahilsiniz" diye itham eden tiplere sabrım kalmadı. Bilgi; delil ile güçlendirilmiş doğru inançtır. Sizin ilim adı altında sahip olduklarınız bilgi değildir, zira yanlış olan bir şey "bilgi" tanımına girmez.

İstediğinize inanıp, istediğinizi söyleyebilirsiniz, buna kim karşı çıkabilir, lakin bir Müslüman'da biraz olsun Allah korkusu olur ya. En azından biraz ya, biraz...

Hadi eyvallah.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Sorun Sistemde Değil Sende

Selam kaynatasız.

Devletin elinin değdiği yerde liyakat olmuyor, insan ilişkileri ve otoritenin ideolojisine sadakat belirleyici kriter oluyor. Özel sektörde kar maksimizasyonu amaç edinildiği için liyakat daha iyi işliyor fakat maliyet minimizasyonu adına, çalışan birçok ağır sorumluluğa mahkum edilip hayatını yaşayamayacak denli sömürülüyor.

Yetenekli insanların değil; tembelliği ve vasıfsızlığıyla var olabilmek için karaktersiz olmaya mahkum olan orospu çocuklarının kaybettiği ve bunalıma girdiği bir dünyada yaşasaydık her şey ne farklı olurdu. Lakin bu hiçbir zaman mümkün olmayacak.

Ben bu sorunların kökenini sistemlerden çok insan doğasında arıyorum. 

Misal Fight Club'da kapitalizm-anarşizm çatışması üzerinden verilmek istenen bireyci bir mesaj var: Kapitalizme isyan edenler de bir süre sonra kendi sürülerini oluşturuyorlar, zira kendine mürit arayan Tyler, mürit seçiminde kapısının önüne dizilen herkesin egosunu incitecek küfürler ediyor, sadece sağlam bir benlik sahibi olmayanları bu sürüye dahil ediyor, tıpkı bizdeki tarikat, dergah ve siyasi partiler gibi... Hatta filmde ölen tek kişi şişko Robert Paulson'du ve anlatıcı (Edward Norton) da bu ego incitici seçim esnasında pes edip evine dönmek üzere olan Robert'ı "bunların hepsi numara, biraz daha sabret" deyip ikna ediyordu, sonucunda filmde ölen tek kişi de Robert oluyordu, belki de yeterince ego sahibi olduğu ve karakterli bir insan olduğu için iyi bir mürit olmayı başaramayıp kolektif bir eylemde ölmüştü. Müritlik, haysiyeti ve karakteri olan insanlara uygun değildir. Filmin ilerleyen bölümlerinde de Edward Norton artık işlerin çığrından çıktığını; Tyler'ın kurduğu anarşist ekibin de kayıtsız koşulsuz mürit olan bir sürüye dönüştüğünde fark ediyor, tıpkı kapitalist düzene ve otoriteye mürit olan sürü gibi...

Her siyasi ve ekonomik sistem kusurlu olmaya mahkum olacak ve bu zorunlu kusurluluğun sebebi tamamen insan doğasında. Determinist yaklaşmıyorum, zira böyle olmayı seçen insanların çoğunluğudur, çoğu insan özgür iradesiyle karaktersiz olmayı seçiyor. Bir kesimin nefret ettiği, bir kesimin taptığı liderler sadece popüler örnekler ve günah keçileri. Zira bu adamlar da bizim, insanların arasından çıkıyorlar.

Kolektif bir kurtuluş hiçbir zaman olmayacak, ancak özgür iradesiyle karakter sahibi ve üretken olmayı başaranlar birey olarak kendini kurtarabilenler olacak. Bu insanlar liyakatın işlemediği, işlese de çarpık işlediği bu toplumda daima diğer insanların saldırısına uğrayacaklar. Çünkü tek başlarına var olabilmek için diğer insanlara dalkavukluk yapmaya ve kolektif hareketlerin bir parçası olmaya mahkum olan bu kıskanç yeteneksiz sürüsü, yok olma korkusuyla daima kendi varlığına tehdit oluşturanlara karşı saldırgan olacaklar.

Bu, ömürleri leş kitle ile mücadele ederek geçmiş olan ve bu sebeple çoğu zaman üretkenlikleri ve hayatları zedelenmiş olan cesur ve güçlü insanlar olmasaydı, belki de şu an insanoğlu olarak karnımızı doyurmak için hala kesici aletlerle ava çıkıyor olurduk.

Ne ekonomik ya da siyasi sistemler, ne de kötü liderler bunun sorumlusudur, çarpık oldukları için elbette karakterli insanlar bunlara karşı çıkmalıdırlar, lakin bunu yaparken esas sorunun birey bazında insanlardan kaynaklandığını bilmeliler.

Bunları söylerken, insanlığa faydası dokunan her insanın, diğer insanlardan faydadan çok zarar gördüğüne adım kadar eminim.

Halka rağmen, kendiniz için bir şeyler yapın. Ben pes etmeye meyilli güçsüz bir insan olsam da, belki de bu yönde tavsiye vermeye yüzüm olmasa da, ölümün olduğu dünyada karakterli durup iyi işler yapın demekle yükümlü hissediyorum kendimi.

Ölüm var, karakterli olun. Ölüm var, iyi işler yapın. İnsanlara rağmen.

"...Allah, bir toplumun mâruz kaldığı şeyleri, onlar, birey olarak içlerindekini/birey olarak kendilerine ilişkin olanı değiştirmedikçe, değiştirmez." - Rad 11'den

Selam.

3 Ekim 2017 Salı

Sona Çeyrek Kala Bir Mektup

Gücün kalmadığında ne olduğunu anlatıcam, dilim döndüğünce.

Tarz zannederler biri ötekinden farklı olan çoraplarını, oysa sabahleyin çekmeceden eline ilk gelen iki tek çorabı geçirmişsindir ayağına. Aynı çift çorap aramaya üşendiğinden.

Yıllardır aynı kıyafetleri giyersin, renkleri solsa da, içine biraz zor sığsan da. Neye isteğin ve gücün kalmıştır ki alışverişe olsun?

Senden önce biri asansöre binerse ya merdivenleri kullanırsın ya da çömelip ayakkabı bağcıklarını iliklersin. Sırf yirmi saniye kadar bir başka insanla muhatap olmamak için... Ayakkabı bağcıklarını da ilikliyormuş rolü yapmazsın, sahiden çözülmüşlerdir de, önceden görmene rağmen eğilip bağlamaya üşenmişsindir.

Çalan telefonlar kabusundur, cevap vermek istemezsin, zaten çoğu zaman da vermezsin. İlk yakalandığında neden telefonları açmadığını açıklamak zorunda kalırsın birilerine, kalp kırmamak için bir bahane uydurursun, inanmazlar ama inanmış gibi yaparlar, alışmışlardır artık bu haline. Güven vermeyen bir insana dönüşmüş olmak ne kötüdür.

Önceden pek yalan söylemezdin. Şimdi insanlardan kaçmak için uydurduğun yalanları üst üste koysalar, petrolcü Arapların diktiği gökdelenlerle yarışır.

Önceden isyan ederdin, bir şeyler anlatabileceğini düşünüp mücadele ederdin. Sonra bir nefret etme dönemine girdin, asla anlatamayacağını gördüğün için çaresiz bir sinirle etrafına saldırmaya başladın. Şimdiyse, hiçbir önemi kalmamıştır. Değil mücadele etmek, nefret etmeye bile değer görmeyecek kadar boşvermişsindir.

Artık kabullenmişsindir. Büyüdüğünden ya da olgunlaştığından değil. Boşverdiğin için kabullenmişsindir.

Önceden hayallerinin peşinden koşardın, çok da güzeldi hayallerin. Şimdi değil hayallerin için uğraşmak, asgari sorumluluklarını bile yerine getirmezsin.

İşe yaramazlığını artık içselleştirmişsindir. O kadar işe yaramaz hissedersin ki, annenin yanında gülmeye utanırsın, senin gülmeye hakkın olmamalı mücadele eden insanların yanında.

Özsaygını yitirmişsindir bir kere. Özsaygı bu, bekaret gibi bir defa kayboldu mu geri gelmez, ondan sonra ise "biri de bir, bini de bir" deyip salarsın kendini. Gerçi şimdi kızlık zarını da dikiyorlarmış ama senin gibi folloş bir orospuya uygun terzi yoktur.

Önceden dibe vurduğunda sıkılırdın bu halinden, hayatı kaçırıyormuş hissine bürünmeyi kendine yediremeyip yeniden kalkardın ayağa. Şimdi dışarıda kaçan bir hayat olmadığını bildiğinden boşverirsin. Dip; artık vurulan bir yer değil, evin yurdun olmuştur senin.

Bir uyumayı, bir içmeyi çok seversin. İkisinin de ortak noktası, seni düşünmekten ve yaşamaktan uzaklaştırıyor olmalarıdır.

Her şeyin suçlusunun kendin olduğunu bilir ve kabullenirsin. Tüm orospu haline rağmen, seversin kendindeki bu delikanlı tarafı. Ne dış sebeplerde ararsın kabahati, ne Allah vergisi tabiatında, zira böyle yapa yapa karakterini sen bu hale getirmişsindir. Hiç olmak istemediğin biri olmayı sen seçmiş, sen başarmışsındır.

Hayallerinin peşinde koşardın dedim ya önceden. Şimdilerde kendini bir anlık iyi hissettiğinde yine hayal kurarsın ama hayal ettiklerinin gerçekleşmesini istemezsin, ne kadar güzel olsalar da kim çekecek o kadar tantanayı, kim hangi güçle verecek o mücadeleyi? Hayal ettiklerinin gerçekleşmesinden çok onların hayal olarak kalmasını tercih edecek kadar bezginsindir artık.

Genelde hayal de kurmazsın zaten. Artık istemeyi bile istemezsin.

Aşkından dolayı ki geçici bir sarhoşluk halidir, bir hevesle sana yardım edeceğini söyleyen insanlar seni heyecanlandırmaz artık, zira adın gibi bilirsin böyle bir şeyin mümkün olmadığını. Çoktan anlamışsındır iki şeyi, ne sana katlanabilecek bir insan vardır, ne de sana senden başka yardım edebilecek biri.

Önceleri bir gün öleceğini düşünüp rahatlardın. Artık rahatlayamazsın, zira çok uzun süredir yerinde saymışsındır. Zaman hep yaptığı gibi ileri akmıştır, sense durarak geriye gitmişsindir. Bu halde Allah'a hesap veremeyeceğini bildiğin için "böyle ölemem" deyip gerçekleşmesini istediğin tek hayali kurmaktan da vazgeçersin. Ölmeyi istersin ama bu halde ölmek istemeyi istememen gerektiğini bilirsin.

Dilin varmaz söylemeye ama, o da biliyor ya içindekini, bazen Allah'ın olmamasını istersin. O olmasaydı da yok olabilseydik ne güzel olurdu, dersin. Ne acı bir yüktür senin için var olmaya mahkum olmak.

Özgürlüğe mahkum olmak kolay Sartre, asıl zor olan var olmaya mahkum olmak. Amına koduğumun şaşısı seni.

Çok inanırsın Allah'a ama bir yandan da intihara çeyrek kala yaşarsın. İslam dininin nihilizm mezhebini kurmuşsundur kendi dünyanda. Bu ne bir dindir, ne bir öğreti, ne bir felsefe, sadece bir hâldir, insanı çürüten ama öldürmeyen bir hâl. Çürütmesi nihilizmden, öldürmemesi Allah'tan.

Çok koyar verdiği sözleri tutamayan biri haline dönüşmek. Çok ama çok koyar Allah vergisi o kadar imkana ve kabiliyete rağmen kendi kaybedişini seyretmek. Çok düşünürsün sürekli nankörlük yaptığına son nankörlüğünü yapmayı, iki rekat namaz kıldıktan sonra. Hatta boş gitmesem mi diye düşünürsün, şöyle meydanlık bir yerde. Sus, sus, içindeki karanlık tarafı bilmesinler. Zaten hamurunda da yok öyle bir şey. Ama itiraf et, rahatlatır bazen bu düşüncelere kapılmak. Öyle düşünceler ki bunlar, hiçbir insan böyle şeyleri düşünmemeli. Daha da kötüsü, hiçbir insan ancak böyle şeyleri düşündüğünde rahatlayabileceği bir hale gelmemeli. Bu hale ancak senin gibi gerizekalı orospu çocukları düşer ama duygusal canlılarız işte, onlar bile düşmesin isteriz.

Edebiyat yaptığımı sanıyorsun belki, sanma, evim yıkılsa sokakta yatıp ölmeyi bekleyecek haldeyim, hatta bazı akşamlar eve dönmeye üşendiğimden öyle yapıyorum, epeydir. Bazılarıyla empati kurmak imkansıza yakındır, ben derdimi böyle anlatabiliyorum.

Nazım demiş ya, "ıslıkla bir şeyler çalın, geberiyorum", işte ben zannederdim ki ölüyor olmak tantanalar koparması gereken bir şey. Ama sessiz sedasız ölüyorum. Ölüyor olmayı geçtim, ölmüş olmak bile sessiz sedasız gerçekleşen bir şeymiş. Hatırlıyorum da babamın cenazesini, hani kendimden sonra bu dünyadaki en önemli varlık olan babamın cenazesini, bir sela sesi dışında ne gürültü çıkarabildi ki. Kaç kişi toplandı cenazesinde, kaç kişi sadece görev bilinciyle "cenaze çıktı" diyerek değil de sahiden önemli bir şey olduğundan geldi? Ölenin yapabildiği buysa ölüyor olanın cürmünü siz düşünün, tamamen sessizlik içinde, kendisiyle baş başa ölüyor. Çabalamadan hiçbir şey olmadığını biliyorum Allah'ım, ama bu sefer sahiden bir sihirli değneğe ihtiyacım var. Hem seninle her şey mümkün ya hani. Gönder o değneği. Ayakların yok ki kapanayım onlara, secde edebiliyorum en fazla. Çabalayamam ama çok iyi yalvarırım Allah'ım. Yalvarıyorum. Boğazımda hissettiğim acıya, büzülen dudaklarıma yemin olsun ki çok muhtacım mucizene.

Oğlum kaldıramıyorum artık, dua edin.

9 Eylül 2017 Cumartesi

Hadisler Olmadan Nasıl Namaz Kılacağız?

Kaynataya selamlar.

Allah nasip ederse mezhep ve hadis konulu uzun bir yazı yazmak istiyorum, tabi hazırlığı çok uzun sürecek, şimdilik ezber bir şekilde çok sık sorulan "Hadisler olmadan nasıl namaz kılacağız" sorusuna dair kısa ama öz bir tespitimi paylaşmakla yetinecem.

Esas soru hadisler olmadan namazın nasıl kılınacağı değildir, esas soru, hadisler varken namazın nasıl kılınacağıdır. Nasılını izah edeyim;

Namaz hadislerine göre kombinasyon hesabıyla on binlerce (muhtemelen daha da fazla) farklı namaz çeşidi yaratmak mümkün. "Resulü şöyle yaparken gördüm" ve "Hayır ben de resulü böyle yaparken gördüm" gibi birbiriyle zıt olan ya da namaza hariçten yeni bir kural ekleyen rivayetleri ve bu namaz hadislerinin sayıca epey fazla oluşunu göz önünde bulundurursak yaratabileceğimiz farklı namaz sayısını varın siz düşünün. Her mezhebin namazında farklılık olması da bu sebeptendir. Her mezhepten Müslümanın katıldığı Hac'da kılınan namazlarda da insanların kıyamdaki duruşlarında veya rükuya eğilirken yaptıkları el hareketlerinde bu farkları görsel olarak toplu şekilde fark edebilirsiniz (namaz içinde okunan dualar, nerede tekbir getirileceği, kaç rekat namaz kılınacağı vb gibi hususlar da var tabi, fakat ben sadece Hacdaki görsel şölenden bahsediyorum ehehe).

Peki bu kadar farklı namaz hadisi ve rivayeti arasından, mezhepler neye göre doğru namaz şeklinin kendilerininki olduğuna hükmetmişler? "Bu güvenilir adamdır, bunun naklini doğru kabul edelim" diyerek o rivayeti nakleden kişiye göre karar verilmesi sahih hadislerin seçimindeki yöntemlerden biridir, zira hadislerin sahih kabul edilmesinde ravinin kişiliği ve insanlar arasındaki namı önemlidir. Hatta en güvenilir hadisçi kabul edilen Buhari, Hanefi mezhebine ismini veren Ebu Hanefi'den (İmam-ı Azam) bir sapık olduğu gerekçesiyle hadis kabul etmemiştir (Evet Hanefi mezhebinin en güvenilir hadisçisi, mezhebin kurucusu için sapık der). "Bu güvenilir adamdır, akıllı adamdır" ya da "bu adam güvenilmezdir" gibi son derece göreli özelliklerin bir raviye atfedilmesinde de muhakkak dini görüşçe veya siyaseten ulemaya olan yakınlığı ya da muhalifliği etkili olur, hele hele kabile kültüründen geldiği için akrabalığa dayalı insan ilişkilerine çok önem veren Araplar arasında...

Kısacası, namazı hadislerden öğrenmedik. Sahih olan tüm hadisleri doğru kabul ederek namaz kılmak mümkün değildir (kıyamdayken ellerini aynı anda hem göğsünde birleştiren, hem göbeğinde birleştiren, hem de ellerini sadece olduğu gibi yanlara salabilen mümin bir ahtapot varsa orasını bilemem).

Hadislerden "usul" adı altında her ne kadar kendilerince uzun uğraşlar verseler de en nihayetinde "keyfekeder" seçimler sonucu her mezhep kendine bir namaz şekli belirledi.

Kuran, namazın farzlarını A'sından Z'sine kadar belirler ki Kuran'da olmayan şey zaten farz değildir. Allah "zina yapmayın" dediğinde hiç kimse zinanın ne olduğunu anlamak için falanca kaynağa başvurmaz, zinanın ne olduğunu zaten bilir. Fakat nedense Allah "kıyamda durun" dediğinde tüm millet "Allah Allaaaah, kıyam da ne ola ki, peki ellerimizi napacağuk, ayaklarımız kaç santim aralık olsun" diye tıpkı Bakara suresinde bahsi geçen lüzumsuz detaylarda kaybolan Yahudilerin yaptığını yapar. "Allah'ın huzurunda kıyamda dur" demiş di mi sana Kuran, ayakta dur işte, aklı başında insan pişmiş aşa su katmaz.

Hadis çöplüğünü karıştırıp o kadar namaz şekli belirleyen fakat aynı hassasiyeti nedense Kuran'daki namaz ayetleri için göstermeyenlerin bilgisine...

Kaynataya selam.

Not: Kuran ayetlerine göre namazın nasıl kılınacağı burada anlatılıyor, farzlara uyduktan sonra gerisi hikaye.


2 Eylül 2017 Cumartesi

İslam'da Çocuk Evliliği Var Mı?

Selam kaynatasına uçan tekme attıklarım.

Şimdiye kadar işittiğim ateist argümanlar arasında "en başarılı şekilde gelenekçi mezhepçilerle işbirliği yapma" Oscar'ını Talak suresi 4. ayette pedofili olduğunu söyleyen yalana veriyorum.

Kısa bir özet geçeyim: İslam'da boşanan bir kadın, yeniden evlenmek için kısa bir iddet süresi bekler. Yani mantıken bu bekleme süresinin, kadının hamile kalması durumunda çocuğun kimden olduğunun belirlenmesi için getirildiği ortada. Bence bir de muta nikahı denilen saçmalığın önüne geçmek için de var bu kural, yoksa Şia mantığıyla bir kadın "hop senle evlendim, senle seviştim, şimdi senden boşanıyorum, sıradaki gelsin hemen onunla da evlenip sevişecem" şeklinde fuhuş da yapabilir olurdu.

Neyse, kadınların medeni hallerine göre bu iddet süreleri farklılık gösterir: Eşinden boşanan kadın yeniden evlenmek için üç kez regl olmayı bekler (2/228), eğer kadının eşi ölmüşse dört ay on gün bekler (2/234), hamile olan kadın da doğum yapmayı bekler (65/4). Bu süreden sonra da başkasıyla evlenebilir. Geriye de menapoza girmiş ya da amenore olduğu için adet göremeyen, görmüş olsa da belli belirsiz zamanlarda adeti kesilen kadınlarla ilgili hüküm kalıyor. Bu kadınlar boşanırsa doğal olarak normal kadınlar gibi üç kere regl olmayı bekleyecek değiller, zira kimisi menapoz, kimisi de hastalık sebebiyle regl olamıyor yahut olsa da belirli belirsiz dönemlerde adeti kesildiği için regl dönemi üzerine hesap yapılması güvenilirlik teşkil etmiyor. Bu kadınlarla ilgili hüküm de yine Talak 4'te şöyle geçiyor: "Adetten kesilen kadınlarınızın iddet bekleme sürelerinde kuşkuya düşerseniz, onların iddetleri üç aydır. Adet görmeyen kadınların süreleri de böyledir. ..."

Fakat adam geliyor, "adet görmeyen kadın" ifadesini "HENÜZ adet görmemiş" diye deforme ediyor. Bunu yaparkenki mantığı da şu: "Ya burada adet görmeyen kadından bahsediliyor, o zaman bunlar çocuk olmalı. AHA O ZAMAN İSLAM'DA ÇOCUKLARLA EVLİLİK VAR"

Fakat bu çarpıtmanın tillahını günümüz ateistleri değil, zamanın mezhepçi gelenekçileri yapıyor, yüzlerce yıl boyunca da yaptılar. Zira eski tefsirlerde ve günümüzdeki bile birçok mealde burada "HENÜZ adet görmemiş" kadınlardan (ne kadını lan, çocuk) bahsedildiği yazıyor.

Malumunuz kimi kaynaklarda Ayşe, peygamberimizle 6 yaşındayken, kiminde 9 yaşındayken, kiminde ise henüz portakalda vitaminken evleniyor (portakal olayını ben uydurdum, güzel de oldu ehe). Çoluk çocuğu köle edip, onların ırzına geçen adamlar bunu gerekçelendirmek ve meşrulaştırmak için peygambere mal etmekten kaçınmadıkları gibi, Kuran'da buna izin veren bir ifade uydurmaktan da kaçınmıyor.

Ayetin orijinalinde hiçbir şekilde olmayan "HENÜZ" kelimesini oraya ekleyenlerin yanlış yaptığını söylediğinde de, gelenekçi-ateist ittifakı şu meşhur sözle sana karşı geliyor: "Yüzlerce yıldır herkes yanıldı da doğrusunu bir sen mi bildin?"

Artık gına getiren bu soruya şöyle cevap veriyorum:



Son olarak gelelim İslam'da evlilik yaşının ne olduğuna. Erginlik çağıdır, bu kadar basit.

"Yetimleri, nikâh çağına gelmelerine kadar gözetleyip deneyin. O zaman onlarda içinize sinecek bir olgunluk ve erginlik görürseniz, mallarını onlara geri verin ..." (4/6)

Bunun üzerine söylenecek her laf pişmiş aşa su katmaktır, erginlik/rüşt denmiş, bitti gitti. Benim şu son söyleyeceklerim de boş lakırdı olacak da, günümüzde 18 yaşın kutsallığına inandığımız için birkaç kelam etmek istiyorum.

Elbette günümüzdeki birçok toplumda olduğu gibi 18 (bazen 16) yaş gibi bir sınır Kuran'da yok. Erkek yahut kadın ayırmaksızın, erginliğe eriştiğini gözlediğin insanların evlenmesine izin verebiliyorsun Kuran'a göre. Biz insanoğlu işleri kolaylaştırmak için evlilikten araba ehliyeti iznine, uyuşturucu madde kullanımından silah ruhsatı taşımaya kadar fiks bir taban yaş sınırı belirleyip herkesi aynı yasalara tabi tutuyoruz. Hatta siyasi yahut keyfi nedenlerle saçma yasalar da belirleyebiliyoruz, malumunuz ABD'de silahlanma konusu yıllardır tartışılır durur. Olay o kadar saçma bir halde ki alkol alma yaşının 21 olduğu bir eyalette 16 yaşındaki insanlar yasal olarak ruhsatlı silah taşıyabiliyorlar.

Velhasılı kelam her toplumun ve dönemin sosyal koşulları farklı. Hatta her insanın gelişimi ve olgunlaşma süreci de farklı ki olgunlaşma dediğin şeyin de zamanla tükenen bir sınırı yok. Roma İmparatorluğunda kızların evlilik yaşı 12'ye kadar düşebiliyordu, genel kanıya göre ise ortalama evlilik yaşı 16'ydı ki ortalamanın 16 oluşu, doğal olarak Roma'da 16 yaşından küçük kızların da evlendiği bilgisini bize veriyor. Erginlik çağı denmiş işte, tutup da regl olmayan kızını evlendiriyorsan o senin manyaklığın. Benim çocuğum olsa şahsen değil 18, şöyle bir 25'e kadar evlendirmem bu sosyal düzen içerisinde, zira şu anki sosyal koşullar "benim açımdan" bunu gerektiriyor. Fakat aynı ben Roma'da yahut Azteklerin arasında yaşasaydım, 16 yaşına gelmiş çocuğumun gözünün içine bakıyor olabilirdim "Evlen artık lan" diye. 

Yani insanoğlu olarak kalabalık bir nüfus içerisinde, toplu halde yaşadığımız için, işleri kolaylaştırmak maksadıyla rüşt sahibi olma gerektiren konularda bir taban yaş sınırı belirliyor ve istisnasız herkesi aynı yasalara tabi tutuyoruz. Ardından da bu herkes için geçerli olan minimum yaşın kutsallığına inanıyoruz. Oysa bu, pratik ve kolaycı bir yöntem olmasının kaçınılmaz sonucu olarak tek tek bireylere inildiğinde gayet de haksızlık yaratan bir durum. Misal ben olsam benim gibi dengesiz bir salağın eline kazık kadar olsa bile silah vermem ama yasalar buna izin veriyor. Fakat erken büyümüş köy çocuğu Mehmet belki de 15 yaşında bu hakka sahip olmalıdır.

Sonuç olarak İslam'da çocuk evliliği falan yok, kıçınızdan medeni kanun uydurmayın.


31 Ağustos 2017 Perşembe

Lacivertin Tonları

Akp elbette mağdur edebiyatından besleniyor lakin Akp'nin ve siyasal İslam'ın yıllardır güttüğü bu stratejiye çok da güzel besin kaynağı olan art niyetli bir kitle var. Akp "benim türbanlı bacılarıma eziyet ettiler" diye meydanlarda oy peşinde koşuyor diye, sahiden de ağzından her Allah kelamı çıkan adamı yaftalayan tipler hiç yokmuş ayağına yatacak değilim.

Bunu sadece bir gözlem olarak alın, konu ben değilim: Şu internet'te yıllardır kendi çapında ve tek tabanca bir şeyler yazan adamım. Kendi kabuğuna çekilmiş sıradan bir insan olmama rağmen, sırf şu internet'te hasbelkader biraz göz önündeyim diye sayısız ithama maruz kaldım bugüne kadar. Bunların en aşağılık olanları da "dini gelir kapısı ettin" (ulan tek kuruş para girmedi ki cebime, yuh), "he iyi prim yaptın, iktidar da İslamcı zaten" imaları oldu.

Kendi adıma diyebilirim ki, Allah inancım olmasa, kendimi bu kadar leş tiplerle muhatap edecek kadar yorucu bir işe hayatta girişmezdim.

Mağarada yaşamıyoruz, sosyoekonomik seviyesi nispeten yüksek seküler bir ortamda, eğer oruç tuttuğunuz yahut namaz kıldığınız yahut dindar olduğunuz fark edildiğinde, müthiş bir psikolojik baskıya maruz kalıyorsunuz. Evet genelleme yapıyorum, fakat bu bildiğin oluyor kardeşim, yaptırma o zaman genelleme, kendini kategorize ettirme! Dindarsanız maruz kaldığınız ithamların önemli bir kısmı kendini Freud zanneden embesillerin sizin güçsüz bir karaktere sahip olduğunuz yönündeki yahut cahil/aptal birisi olduğunuz yönündeki imaları oluyor. Bir diğeri de az önce değindiğim gibi, rüzgarın estiği yönde yer alan karaktersiz birisi olduğunuz yönündeki imalar... Bu muameleyi reelde de, sanalda da yıllardır görüyorum, bu muameleden mustarip olan birçok dindar arkadaşım da var. Kimse safa yatmasın.

Evet Akp mağdur edebiyatı üzerinden prim topluyor. Fakat eline fırsat geçse karşısındakini bir kaşık suda boğacak olan müthiş art niyetli ve gerizekalı bir kitle var. Sayıları da hiç az değil. Çok sık kullandığım bir ifade var: "Sizi mutlak değer parantezine soksak, kötülüğe ve aptallığa olan uzaklıklarınız eşit miktarda parantez dışına çıkarsınız"

Akp iktidar uğruna dini kullanıyor, liyakata değil referansa (ne referansı yahut, bildiğin torpile işte) dayalı bir şekilde kadrolaşıyor. Lakin eline fırsat geçse aynısını sen de yapacaksın, bundan zerre kadar şüphem yok.

Yıllardır Akp'nin koyu bir karşıtıyım, lakin bazen de eline imkan geçirememiş bu Akp Jr'ları gördükçe "oh ulan, sana da Akp layık zaten" diye ufak bir tebessüm konuyor yüzüme. Bu kötü kitlenin, çok da güzel layığını bulduğunu düşünüyorum.

Yiyin abi birbirinizi, zira birbirinize layıksınız.

23 Mayıs 2017 Salı

Bir Başka Din: Tasavvuf (Yeni Kitap)

Selam kaynatasızlar.

Beklenen kitap sonunda çıkıyor, 1 Haziran'da tüm kitapçılarda ve nalburlarda. Toplatılmadan alınız.



Ufak bir bilgilendirme yapayım. Kitap blog'daki tasavvuf, tarikatlar ve spiritüalizm hakkındaki yazılarımdan oluşuyor, optimum uzunluğu aşmaması için kısıtlı ölçüde ekleme yaptım zira bu haliyle bile 326 sayfa. Kitapta küfür ve argo yok, fakat üslubum aşağı yukarı yine aynı, akademik bir dille yazmadım. Benim için önemli olan kitabın herkesçe okunması, sanat için sanat yapmıyoruz burada olum.

Bu kitabı alın, eşe dosta, en çok da anlattıklarımı okumaya ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz kişilere dağıtın. Tek amacım okunmak, sesimi duyurmak, dini bir kitap olduğu için hiçbir para almıyorum. Yıllardır kapısını çaldığım tüm yayınevleri bu kitabı basmayı reddetti, sebebi de malum; içeriği, bunu açık açık da söylediler. Ben kafaları yedim, zaten büyük çoğunluğundan tiksindiğim insanlardan daha da nefret eder hale geldim. Fakat Allah'ın yardımıyla sonunda bir yayınevi buldum, hatta yayınevini siz buldunuz, yayınevi arıyorum diye attığım tweet'ten sonra bir sürü yayınevine mail atmışsınız sağ olun, o yayınevlerinden biri dönüş yaptı ve kitap çıkıyor.

İnsanların ne olduğunu bilmeden sevdiği ve ses çıkarmadığı tasavvuf illeti hakkında böyle bir kitabın raflarda durması benim için nasıl bir sevinçtir anlatamam.

İçeri düşersem Kent Switch getirin, Parliament'e gerek yok, çok zam geldi diye bıraktım.

Şimdilik bu kadar. Allah'a emanet olun.

30 Nisan 2017 Pazar

İyi Olmak İnsana Ne Kazandırır?

Selam.

Başlamadan önce belirtmem gereken iki husus var. Birincisi, "Ne yani, sen bir karşılık bekleyerek mi iyilik yapıyosun?" romantiklerini bir es geçelim, o kafada olan ortalama ya da ortalama altı iq sahibi olanlar da bu yazıyı okuyup abuk subuk yorumlarda bulunarak canımı sıkmasınlar. İyilik yapmamızın en temel sebebi, bundan bir kazanç sağlamamız ya da kazanç sağlama ümidine sahip olmamızdır. Bu kazanç ille de "şimdi ben senin sırtını kaşıyorum, sonra da sen benimkini kaşı" şeklinde tezahür etmek zorunda değildir. Para, statü ya da popülarite şeklinde de tezahür etmek zorunda değildir. Özsaygı, vicdanı rahatlatma gibi manevi ve soyut çıkarlarımız da vardır. Fayda sağlamayan şey iyi ya da ahlaklı değil, anlamsızdır. İkinci husus ise şu, "İyi olmak insana ne kazandırır?" sorusuna dinden bağımsız bir şekilde, sadece bu dünya açısından cevap vereceğim. Ahiret inancınız ya da ne kadar saçma olursa olsun size bu dünyada yaptıklarınızın karşılığını verecek bir reenkarnasyon inancınız varsa zaten iyi olmak ile sonsuz kazanç elde edeceğinize inanıyorsunuzdur. Eğer gerçekten ölümden sonra iyiliklerinizle kötülüklerinizin kıyaslanıp ona göre muamele göreceğiniz bir "payback" sistemi varsa sorunun cevabı zaten çok açık, iyi olmakla sonsuz şey kazanacaksın ve bu yüzden her koşulda iyi olmalısın.

Kaldı ki din olmadan neye iyi neye kötü denileceğini de temellendirmek mümkün değildir. Evrensel ahlak kurallarının var olduğuna inanıyorum, fakat bunların evrensel ahlak kuralı olduğunu ispatlamanın mümkünatı yoktur. Neyin iyi neyin kötü olduğunu hissedebilirsiniz ama açıklayamazsınız, açıklasanız dahi temellendiremezsiniz.

O halde madem dini saf dışı bırakarak bu soruya cevap vermeye çalışacağım ve aynı zamanda din olmadan da iyi ya da kötünün belirlenemeyeceğini savunuyorum, bu durumda "iyi olmak"tan kastım şu olmalı: Açıklayıp temellendiremesen bile içten içe iyi olduğunu hissettiğin eylemleri uygulamak ve ona göre yaşamak. Dur tamam çok soyut konuştum amına koyim, şöyle anlatayım: Örneğin seni 1800'lü yıllardaki ABD'nin güney kısımlarına ışınladık, etrafındaki tüm söz sahibi adamlar köleliğin doğru ve olması gereken bir şey olduğunu, verimliliği ve üretimi arttırdığını savunsalar da, eğer sen içten içe bunun yanlış olduğunu biliyorsan, o halde iyilik; köleliğe karşı olmak ve hiç köle edinmemek olacak. Zaten sorduğum mesele de bu. Neden etrafındaki herkes köleleri çalıştırıp paranın amına koyarken sen tek başına buna direniyor ve yaşayabileceğin çok daha lüks  çok daha kolay bir hayattan feragat ediyorsun? Tamam bugüne gel, neden etrafındaki herkes "oğlum seni şu işe torpille sokacaz, niye istemiyorsun, enayi misin?" diye sana baskı yapıyorken ve sahiden başkaları da torpil kullanarak iş buluyorken, sen neden sana gelen torpil fırsatını geri çeviriyorsun? Bu örnekleri binlerce kez çoğaltabilirsin. Özetle, neden daha iyi koşullarda yaşamak varken sırf iyi olmak uğruna bundan feragat ediyorsun? Aranızda zaten böyle bir insan yok denecek kadar az, muhakkak var böyle adamlar da, sayıları epey az. Zaten benim gözümde insanların büyük çoğunluğu eline imkan geçirememiş kötülerdir. Namus güzele, adalet güçlüye özgü kavramlardır; çirkinin namusuyla, güçsüzün adaletiyle övünmesinin anlamı yoktur zira başka bir seçeneğe sahip değildir.

Platon'un Devlet'i her ne kadar ideal devletin nasıl olması gerektiği üzerine bir kitap da olsa, nah işte bu soruyla başlıyor: Niye iyi olmalıyız, ne kazancı var la? Bunun üzerine Sokrates (baş konuşmacı ama konuşan gerçekte Sokrates değil, ibne Platon hocasının adından istifade edip söylemek istediklerini ona söyletiyor) anlatıyor da anlatıyor. Sokrates-Platon-Aristo üçlüsüne göre mutlu olmak ancak iyi ve erdemli bir hayat yaşamakla mümkün ama bana kalırsa siktirsin gitsinler, hiç de öyle değil öküzün ayağı. Herkes Shakespeare'in eserlerindeki adamlar gibi vicdan azabından kıvranmıyor bu hayatta, gayet onu bunu siktikçe haz alan adamlarla çevriliyiz. Platon da bunun farkında olacak ki, Devlet'in son ve onuncu kitabında şöyle söylüyor: "Aslında ölümden sonra doğrunun ve yanlışın karşılaşacaklarını düşündüğümüzde bu anlattıklarımızın pek de bir önemi yok"

Yüzlerce sayfa boyunca mutlu yaşamanın ancak ahlaklı olmakla mümkün olduğunu anlattıktan sonra, ölümden sonra herkesin hak ettiğine kavuşacağı bir hayat varsa, şimdiye kadar anlattıklarının o kadar önemli olmadığını söylüyor delikanlı gibi. Sonra da Hades'in ülkesinde iyilerin ve kötülerin nasıl yaşayacaklarını anlatıp, kitabı bu şekilde bitiriyor. (Antik Yunan'da bizim ahireti andıran bir ölüm sonrası yaşam inancı var, iyilerin iyi, kötülerin kötü yaşadığı bir ödül-ceza sistemine dayanıyor bu hayat)

Neden iyi olmalıyız sorusuna Sokrates, Platon, Aristo mutlu yaşamanın ancak iyi olmakla mümkün olduğu şeklinde cevaplıyorlar ki bu tamamen tıraş. Aynı soruyu Ayn Rand özsaygı ile temellendiriyor ki bence ölüm sonrası hayat saf dışı bırakıldığında verilebilecek en iyi cevap özsaygıdır, fakat bu bile çok çok çok yetersizdir. Kant'ın ise ne yaptığı belli değil, sırf görev için (for the sake of the duty) iyi olmamız gerektiğini ve bunun akıl sahibi olmanın zorunlu bir getirisi olduğunu söylüyor ki son derece yetersiz ve bencil olan insan doğasına aykırı bir temellendirme. Durumun zorluğunu anlayan Nietzsche kendi ahlak anlayışını temellendirmek için sonsuz dönüş diye bir şey araklıyor mistik dinlerden ve zamanın dairesel olduğunu, aynı şeyleri sonsuza kadar yaşayacağımızı, bu yüzden sonsuz hayatta nasıl yaşamak istiyorsak öyle yaşamamız gerektiğini söylüyor ki bunun da prensipte ölüm sonrası hayat inancı ile pek bir farkı yok.

Gelelim kendi düşünceme, bu dünyada iyi olmak, ancak amacına ulaşana kadar faydalıdır, amacına ulaştıktan sonra hazzını ve mutluluğunu maksimize etmek için kötü olabilirsin, hatta olmalısın. Ayrıca amacına ulaşana kadar iyi olmanın gerektiği o süre zarfında da gizlice kötülük yapabilirsin, bu da senin faydanı arttıracaktır. Peki neden amacına ulaşana kadar iyi olmalısın? Hayatta kalma içgüdüsü ve güvenlik ihtiyacı insan hayatını inanılmaz büyük ölçüde yönlendirir. Eğer iyi birisi olursan, diğer insanların güvenini kazanırsın, zira senin zararsız ve güvenilir biri olduğunu düşündükleri için senin yanında kendilerini güvende hissedecekler, birçok zaman sana inanacaklar, senin yanında guard'larını indirip nispeten daha gevşek davranacaklar, sana iyilik yaptıklarında kendilerini iyi hissedecek, sana kötülük yaptıklarında kendilerini suçlu hissedecekleri için de sana kötülük yapmaktan kaçınacaklar.

John Nash'in hayatını anlatan A Beautiful Mind filmini biliyorsunuzdur, orada John Nash'in oyun teorisinin temelini oluşturan fikri çok güzel anlatılıyor. Derhal hatırlatıyorum:



John Nash ve arkadaşları barda sap sap otururlar.



İçeri bir grup kız girer fakat bu kızların bir tanesi hariç hepsi vasat güzelliktedir. Sarışın olan ise afettir.



John Nash de arkadaşlarına hemen bu kıza asılmamaları gerektiğini söyler. Eğer hepsi bu kıza asılacak olurlarsa, aralarından en fazla bir tanesi bu kızı götürebilecektir ve birbirlerinin önünü kestikleri için de muhtemelen bir kişi bile kızı götüremeyecektir. Sarışını elde edemeyen erkekler, sarışın kızın arkadaş grubundaki diğer kızlara asıldıklarında da avuçlarını yalayacaklar zira kızlar durumun gayet farkında olacaklar, ikinci tercih olmaktan hoşlanmadıkları için bizim elemanlara yüz vermeyecekler.

Peki ya kimse sarışına yazmazsa?



Erkekler birbirinin takozu olmaz, diğer kızlara yazılırlar ve tüm erkeklerle kızlar eşleşmiş olur, sarışın da eve gidip "orospu çocuğu erkek milleti" minvalinde tweet'ler atıp feminist olur. Toplam fayda bu şekilde maksimize edilir.

Adam Smith herkes kendisi için en iyi olanı yaparsa, toplum için de en iyisini yapmış olacağını düşünüyordu. John Nash ise şöyle diyor, herkes hem kendisi hem başkaları için en iyi olanı yaparsa toplum için en iyi olanı yapmış olur. Yani Nash'e göre ulaşabileceğin maksimum faydadan (sarışından) biraz feragat edersen, hem kendin kazançlı çıkarsın, hem de başkaları.

Fakat oyun teorisi bu değildir, bu Nash'in oyun teorisine ilham olan ve herkesin başkalarının hamlelerini göz önünde bulundurarak hamle yapması gerektiği fikrinin bir temsilidir. Şimdi filmin senaryosundan biraz ileri gidelim.

Oyun teorisi şurada başlar: Ya John Nash arkadaşlarına "sarışına değil öbürlerine yazalım" diye nutuk attıktan sonra bir köşede sessiz sessiz arkadaşlarının diğer kızlara yazılmalarını bekler ve boşta kalan sarışına kendisi yazarsa?

John Nash'in kendi faydasını maksimize ettiği senaryo budur. Zira hem tüm erkekleri yani tüm rakiplerini elemiştir, hem de sarışının boşta kalmasını sağlamıştır.

Ve Nash ne kadar güven verici, zararsız bir intibaya sahipse arkadaşlarının gözünde, bu planı uygulamadaki başarı şansı da o kuvvetle artacaktır.

Başka bir senaryo yaratayım, anlaşılması için de karikatürize hale getireceğim. A ve B adında iki kabile vardır. A kabilesinin birkaç üyesi dışarıya keşif yapmaya gitmiştir, B kabilesi de o gün bir sebepten dolayı (festival, ibadet, avlanma vs) evlerini terk etmiştir. A kabilesinin bu birkaç elemanı, B kabilesinin tüm mallarını yağmalayıp kendi toplumuna götürme şansına sahiptir yani.

A kabilesi B'nin mallarına dokunmazsa, iki kabile de hayatlarına aynı standartlarda devam edecektir. Fakat A kabilesinin bu birkaç elemanı B'nin tüm mallarını gasp eder ve bunları kendi kabilelerine götürürlerse, B'nin sefaletine ve belki de yeryüzünden silinmesine yol açmalarına rağmen, kendi kabilelerinin hayat standardını ve mutluluğunu hayvan gibi arttıracaktır. Bununla kalmayıp, kendi kabilelerindeki prestijlerini ve güçlerini de arttıracaklardır. Fakat bu birkaç hırsız aynı zamanda kendi toplumuna hırsızlığın çok yanlış bir şey olduğunu söyleyeceklerdir. Zira başkaları da bu formülü öğrenirse, herkes herkesin malını yağmalamaya başlar ve kendi kendilerinin sonunu hazırlarlar. Oysa sadece çakal olanlar bu hırsızlık işini gizliden gizliye yaparlarsa, hayat standartları oldukça artacaktır.

Karikatürize ettim ama bu senaryo dünyanın şu anki halidir, olabildiğince gerçektir. Tüm servetini kolonileşmeye, köleleştirmeye ve talana borçlu olan Batı medeniyeti, şu an dünyanın tüm ahlaki normlarını belirleyen mercidir. Onların iyi dediği iyi olur, onların özendirdiği yaşam şekli ulaşılması gereken bir mertebe olur.

Peki ben böyle bir toplumda mı yaşamak istiyorum? Tabi ki hayır. Fakat pratikte var olan durum budur, "olması gereken" değil. Fakat, herhangi bir ahlaki kaygınız yoksa ve yegane amacınız bu dünyadaki faydanızı, hazzınızı, mutluluğunuzu arttırmaksa, o zaman bu durumda sizin için "olması gereken" davranış reçetesi de budur.

Marx'a göre din, güçlünün güçsüzü kontrol altında tutma ve baskılama aracıdır. Nietzsche'ye göre din, güçsüz olanın kendini acındırma ve sigortalama aracıdır. 19. yüzyılı geçtim, binlerce yıl önceki sofistler de bu konuda ikiye ayrılıyordu. Bir kısmına göre din ve ahlak, güçlünün güçsüzü ezme aracıyken, bir kısmına göre zayıf olanın kendini koruma yöntemiydi. Bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayırmaya gerek yok, dünyada her iki senaryo da gerçekleşmekte. Kimisi daha çok ezmek için, kimisi de ezenler daha fazla ezmesin diye dine ve ahlaka sığınır. Mühim olan, bu değerleri nereye kadar savunman gerektiğidir. Faydanı maksimize etmek için, bir yerden sonra bu değerleri vurgulamayı terk etmen gerekir. Siz şimdiye kadar demokrasi veya adalet sloganları atan ve sahiden demokrasiyi, herkesin hakkını savunan bir kitle gördünüz mü hayatınızda? Türkiye'deki muhafazakları düşün, Chp'lileri düşün, Kürtleri düşün. İstediğiniz kadar iyilik sloganları atın, sloganını attığınız değerler neredeyse hiçbirinizin umurunda dahi değil. Bu değerlere sadece güçsüz olduğunuzda sarılma ihtiyacı hissediyorsunuz, kendi işinize yaradığı sürece. Derdiniz birilerinin birilerini sikiyor oluşu değil, siken tarafta olamayışınız.

Durumu bu şekilde formulize etmeye gerek bile yok aslında. Siyasetçiler de, iş adamları da, evli çiftler de, öğretmenler de, ebeveynler de, senin benim gibi kendi halindeki adamlar da bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu reçeteyi uyguluyorlar. Eşinin güvenini kazandıktan sonra saman altından su yürüten erkek ve kadın da bunu yapıyor, çocuğuna öğütlediğinin tam tersi şekilde yaşayan anne veya baba da böyle yapıyor. "Dediğimi yap, yaptığımı yapma" sözü de buradan türemiştir.

Peki neden ben de "durum bu ama siz yine de böyle yaşamayın" diyorum? Zira daha kötü ve bana daha az yaşama şansı tanıyan bir toplumda yaşamak istemiyorum. Dünyadaki çıkarımı düşünüyorum. Bir diğeri de, Müslüman olduğum için böyle bir şeyi öğütlemem düşünülemez, yani ahiretteki nihai çıkarımı düşünüyorum.

Kim ne derse desin, insanların çok ama çok büyük çoğunluğu bu reçeteye göre yaşar. İyi olmaları gereken yerde iyi, kötü olmaları gereken yerde kötü olarak yaşarlar ki amaçlarına ulaşabilsinler, faydalarını maksimize edebilsinler.

Ve din dışında, bunun yanlış olduğunu söyleyebilecek hiçbir geçerli argümanımız yok insanoğlu olarak.

Toplumsal sözleşme neden kitlelerin ahlaklı olması gerektiği konusunda temel sunar, fakat en önemli yerde, yani "birey olarak ben neden toplumsal sözleşmeye uygun davranıp iyi birisi olayım ki?" sorununda hiçbir temel sağlayamaz. Çaktırmadığın sürece, amacına ulaşana kadar koy ortalığın amına. Zaten şimdiye kadar hep öyle oldu. Göstermelik iyilikler diyarında yaşamaktan bana gına geldi, biraz da size gelsin.

Haydin baş baş.


19 Şubat 2017 Pazar

Tuzsuz

Selam.

Muhabbet etme vaktim gelmiş. Konuşmak istiyorum ama öyle pek mühim şeylerden bahsetmeyeceğim, zaten söyleyeceklerimi bir gün öleceğini bilmenin verdiği güçle yaşayabilen çok az kişi dışında da kimse anlamayacak. Olsun.

İnsanların büyük çoğunluğu ölümsüz olmak istiyormuş, ben bunu daha yeni fark ettim. Yani cennette veya çok mutlu olabileceğin bir hayatta ölümsüzlük değil, baya baya bu dünyada ölümsüz olmak istiyormuş insanlar. Ben bir asırdan kısa sürecek ömrüme katlanamıyorum, göğsüm daraldığında "neyse lan, ölüm var" deyip rahatlıyorum. Bunun verdiği moralle biraz olsun hayata bağlanıp, bunun verdiği güçle hayatta kalabiliyorum. Bu dünyada ölümsüz olmayı istemek çok uzak bir şey bana. Acının olduğu yerde ölüm kurtuluştur lan.

20 yaşım hayatımın dönüm noktası oldu benim, görünürde hiç de mühim bir şey olmamıştı hayatımda ama ilk defa 20 yaşımda insanları sevememeye, onları gereksiz görmeye başladım. İnsanlara düşmanlık da beslemedim, sadece gereksiz görmeye başladım onları. Bu hiç sağlıklı bir şey değil, neden diye soracak olursan, çünkü insanız amına koyim. Yıllar geçti, insanları ve dışarıyı gereksiz görüşümün şiddeti yavaş yavaş arttı, artık epey bir zirvede diyebilirim.

İnsanları sevemeyince şunlar baş gösterir oluyor: Yılgınlık, umursamazlık, harekete geçmeye değer görememe, tatsızlık, tuzsuzluk.

Uzun süredir sadece Allah var diye yaşıyorum, her inançlı insanın da "ilk" yaşama ve mücadele etme sebebi bu olmalı, ama "tek" sebebin bu olması sağlıklı bir şey değil. Başka insanları ilk sıraya koymaktan daha sağlıklı bir şey olsa da, en nihayetinde yine çok sağlıksız. İnsanım, diğer insanlar 20 yaşımdan önce benim için motivasyondu. İnsanız, birbirimizin motivasyonuyuz. Lakin insanları böcek gibi görmeye başladığında en önemli motivasyonlarından birini kaybediyorsun. İnsanları sadece Allah'ın rızası için iyi davranılması ve kalpleri kırılmaması gereken varlıklar olarak görmeye başlayınca, bazı şeyleri hayata geçirmekte, kendin harekete geçmekte çok zorlanıyorsun. Zira önemli bir motivasyonun elinden gidiyor.

Kant'ın deontolojisini pek doğru bulmam, bana yüzeysel ve yetersiz gelir ama esasen Allah'ı devre dışında bırakarak bundan daha başarılı bir ahlak anlayışı oluşturmak da mümkün değildir. Her neyse esas konuya geleyim, Kant'ta iyiliği menfaat için değil sadece görev olduğu için yapmak vardır. Bu menfaat ilk aklınıza gelen somut çıkarlar olmak zorunda değildir, örneğin hasta olan bir arkadaşını hastanede ziyarete gittiysen ve bunu onu sevdiğin için, kendini bunu yapmakla iyi hissettiğin için yapıyorsan hareketin erdemsizdir. Kant'a göre asıl erdemli olan, o ziyareti sırf görev olduğu için yapmaktır. Tipik Alman disiplini işte. Kant burada şöyle eleştirilir, kendini hastanın yerine koy, seni ziyarete gelen insanların bunu bir görev olarak algıladıkları için yapmalarını mı istersin, yoksa seni sevdikleri için yanında olmalarını mı? Tabi ki sevildiğini hissetmek istersin. Hatta başıma herhangi bir şey geldiğinde sırf vazifesini yerine getirmek için bana yapmacık yapmacık "başın sağ olsun, geçmiş olsun, hayırlı olsun" vb diyen insanlara kıl olurum. Gel gelelim sırf görev olduğu için bir şeyleri yapmakta da büyük bir motivasyonsuzluk çekersin halihazırda.

Benzer bir şekilde, ben de insanları sevmekte zorlandığımdan, hatta baya baya insanlardan nefret eder hale geldiğimden beri müthiş bir motivasyonsuzluk ve yılgınlık hissediyorum.

Medeniyet dersi veren şık giyimli tipleri gördüğümde, hayalimde o insanı 19. yüzyıl Güney ABD'sine varlıklı bir ailenin çocuğu olarak ışınlıyorum ve onu onlarca kölesi olan bir kodaman olarak görüyorum. İnandığı dini ya da dinsizliği boş sözlerle ama büyük bir iştahla savunan bir insanı derhal 10. yüzyıl Avrupa'sına ışınlıyorum, karşımda derebeyine ve kiliseye itaatte kusur etmeyen bir Katolik görüyorum. Kadınların kendilerini pazarlayan ama aslında hiç de kendini pazarlama gibi bir amacı yokmuş intibası yaratmaya çalıştıkları hareketlerini görünce, gözümün önüne erkeğine kur yapıp ona sürtünen, kendini yerden yere atıp çiftleşme dansı yapan bir dişi hayvan geliyor, aralarında zerre fark göremiyorum.

La ben böyle görmek istemiyorum hayatı. Sağlıklı değil. Hayatta kalmam ve hayat standartlarım için çabalamam zorlaşıyor. İnsanım ben, motivasyona ihtiyacım var. Sadece amaca değil, amaçtan sonra gelen ikincil arzulara da ihtiyacım var. La ben o arzulara ihtiyaç duyuyorum. Ben mutlu olmak istiyorum amına koyim.

O kadar motivasyonsuzum ki, binlerce cümle geçiyor aklımdan ama yazmaya gerek görmüyorum.

İnsanlardan fayda yok diye kedi sahiplendim. Tam sevgi arsızı bir şey çıktı, beraber uyuyoruz, durup durup kendini sevdiriyor, şimdi de kucağımda zaten. Yaşama sevincim arttı onun sayesinde. Karın tokluğuna sınırsız sevgi veriyor sana, dünyanın en karlı ticareti. Ona bakınca, harbiden diyorum, insanlardan fayda yok. Yok da işte, olsa güzel olurdu, böylesi çok ağır geliyor be oğlum.

Vesileler yarat bana Allah'ım.